27 Şubat 2014 Perşembe

Trabzonspor Hukuku Kurulu'ndan Çok Sert Açıklama

Trabzonspor Hukuk Kurulu son günlerde şike lobisi tarafından ortaya atılan iddialara sert yanıt verdi.

Açıklama aşağıdaki gibidir:


"Şike ve suç örgütü faaliyetlerinin ortaya çıktığı, futbolumuzun “Utanç Günü 3 Temmuz’dan bu yana, belli bir merkezden yürütülen iftira ve yalan kampanyası, farklı bir boyuta taşınmıştır. 


Finans, iş dünyası, yazılı ve görsel medyanın da destek sağladığı bu kampanyanın; son olarak adaletin tesis edilmesi için faaliyet gösteren Trabzonsporlu hukukçuları hedef alması nedeniyle, bu açıklamayı yapma gereği doğmuştur.
AVUKATLIK; NAMUS, ONUR VE VİCDAN MESLEĞİDİR:
Avukatlık Kanunu’nun 9. Maddesine göre, avukatlar, mesleğe başlarken şu şekilde yemin ederler:
• “Hukuka, ahlaka, mesleğin onuruna ve kurallarına uygun davranacağıma namusum ve vicdanım üzerine andiçerim.”
Yine Avukatlık Kanunu’nun 34. Maddesine göre:
• “Avukatlar, yüklendikleri görevleri bu görevin kutsallığına yakışır bir şekilde özen, doğruluk ve onur içinde yerine getirmek ve avukatlık unvanının gerektirdiği saygı ve güvene uygun biçimde davranmak ve Türkiye Barolar Birliğince belirlenen meslek kurallarına uymakla yükümlüdürler.”
Türkiye Barolar Birliği Meslek Kuralları’nın I/5 maddesinde belirtildiği üzere:
• “Avukat, yazarken de, konuşurken de düşüncelerini olgun ve objektif bir bicimde açıklamalıdır. Mesleki çalışmasında avukat, hukukla ve yasalarla ilgisiz açıklamalardan kaçınmalıdır.”
SUÇ ÖRGÜTÜ FAALİYETLERİNİ ÖVMEK, AVUKATLIK MESLEĞİYLE BAĞDAŞMAZ:
Bu yasal düzenlemeler ışığında değerlendirildiğinde; şike, teşvik ve suç örgütü faaliyetlerine karışanlara destek vermek amacıyla, yalana ve iftiraya başvurmanın avukatlık mesleğiyle bağdaşmayacağı aşikârdır.
MANİSASPOR-TRABZONSPOR MAÇINDA TEŞVİK FİİLİNİN GERÇEKLEŞTİRİLDİĞİ MAHKEME KARARI İLE SABİTTİR:
Şike yapan suç örgütünün taktiklerini kullanarak yalan ve iftira yoluna başvuranlar; Manisaspor-Trabzonspor maçında Fenerbahçeli yöneticilerin teşvik fiilini gerçekleştirmediğini iddia etmektedirler. Oysa Yargıtay tarafından onanan İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi kararında durum şu şekilde ifade edilmiştir:

• “Söz konusu Manisaspor-Trabzonspor müsabakasında, iletişim tutanaklarında adları geçen sanıklar tarafından teşvik fiilinin gerçekleştirildiği sabittir.”
Yine, kararda belirtildiği üzere, teşvik fiili 6222 sayılı kanun yürürlüğe girmeden önce işlendiği için, ceza verilememiştir.
Öte yandan, yine onanmış mahkeme kararında belirtildiği üzere, teşvik olarak verilen para 500.000 Dolar’dır:

• “Bir diğer husus Aziz Yıldırım’ın, borç verdiğini söylediği parayı geri istemesi için Tamer’e talimat verdiği tarih 22.02.2011’dir. Sanık Aziz, yakın arkadaşının içinde bulunduğu ekonomik zorluk nedeniyle 10 Şubat tarihinde verdiği 500.000 Dolar borç parayı 12 gün sonra istemesi dahi bu yöndeki savunmanın suçtan kurtulmaya dönük olduğunun açık göstergesidir.”
Kamuoyu; Manisaspor – Trabzonspor müsabakası öncesinde “Manisaspor başkanı olan arkadaşına borç verdiğini” ifade eden şike ve teşvik failinden, şu soruların da cevabını beklemektedir:
• Arkadaşınıza “borç verirken” üçüncü bir kişi üzerinden mi verirsiniz?
• Arkadaşınıza verdiğiniz “borcu” geri alırken, üçüncü bir şahıs üzerinden mi alırsınız?
• Trabzonspor’un Manisaspor’u yenmesi üzerine; Manisaspor başkanına verdiğiniz “borcu” neden maç bittikten sonra 12 saat bile geçmeden geri istediniz?
• Şahsınız adına borç olarak verdiğinizi söylediğiniz bir bedeli niçin Fenerbahçe çalışanları aracılığı ile geri istemektesiniz ve niçin iadesi istenilen bu bedelin kulübün diğer işlerinde kullanılması talimatı vermektesiniz?
• Trabzonspor’un Manisaspor’ u yenmesi üzerine; maç bitiminden 5 dakika sonra yaptığınız telefon konuşmasında, Fenerbahçe Kulübü yöneticilerinin kullandığı şu ifadelerin anlamı nedir?:
İlhan Ekşioğlu: “Bizimki aradı başkanım… bu şey onun var ya orada işçileri bir tane bir iki tane…  dedi ki tarladaki işçilerin dedi eğer bir birşey yaptıysanız bir ekim yaptıysanız dedi hiçbir şeyden haberi yok dedi”
Aziz Yıldırım: “Öğren bir bakayım da çok kötü oynadılar ya… Ömer Aysan o Diksin tamam mı o Kahe”
(…)
İlhan Ekşioğlu: “Bir şey var başkanım bunda normal değil yani, ne zaman böyle dikim yapsak olmuyor.”
Yukarıdaki sorular Fenerbahçe Spor Kulübü yöneticilerinin şike ve teşvik faaliyetleri yürüttüğü birçok maçla ilgili olarak tekrarlanabilir. Fakat bu kısımdaki açıklamalardan amacımız, ulusal ve uluslararası tüm bağımsız yargı mercilerince mahkûm edilen şike ve faillerini tekrar tartışmaya açmak değildir. Bilindiği üzere, 2010-2011 sezonunda şike yapıldığı kesinleşmiştir. Bundan sonraki süreç, kesinleşen şikenin hukuki sonuçlarına ilişkin olacaktır.
ŞİKE YAPAN SUÇ ÖRGÜTÜNÜN UEFA ÖNÜNDEKİ SAVUNMALARI HAKKINDA:
Şike yapan suç örgütü, medyadaki hâkimiyetinden faydalanarak birçok yalanı, kamuoyuna doğru olarak kabul ettirmeye çalışmaktadır. Bu yalanlardan bir kısmı da UEFA Kontrol ve Disiplin Komitesi ile UEFA Temyiz Kurulu’na sundukları savunmalara ilişkindir. Şike yaparak; yaşayanların emeğine düşmanlık yapanlardan, vefat edenlerin hatıralarına saygı duyması beklenemez. Bu konudaki ahlaksızlık ortaya çıkınca, somut belgelere yalanla mukabele etmek, şike suçluları ve “uzantıları”nın uzun süredir kullandığı bir taktiktir.
Fenerbahçe Spor Kulübü’nün temyiz eden taraf olarak bulunduğu UEFA Temyiz Kurulu’nun bu konudaki ifadeleri açıktır:
• “Her kulüpten, özellikle temyiz eden taraf gibi önemli bir futbol geleneğine sahip büyük bir kulüpten beklenen ve haklı olarak beklenmesi gereken şey; Başvuru Formu’nun usulüne uygun şekilde doldurulması konusunda iyi niyetli davranılmasıdır. Temyiz eden taraf bu konuda başarısız olmuştur ve suçu vefat eden bir şahsın üzerine atmak faydasızdır.”
UEFA’ya sunulan yalan beyanla ilgili olarak, UEFA Temyiz Kurulu’nun bir ifadesi şu şekildedir:
• “Son olarak; temyiz eden taraf, kendisinin maç sonuçlarını etkilemeye yönelik faaliyetlere karıştığını, UEFA turnuvasına katılmak amacıyla UEFA’ya verilen Başvuru Formu’nda, kasten ve istemli biçimde, belirtmediği yönündeki suçlamaya itiraz etmektedir. Temyiz eden taraf şunu belirtmektedir: Formda herhangi bir yorum veya açıklama yapmamak doğruydu, çünkü Kulüp TFF Disiplin Komitesi tarafından aklanmıştı ve şahıslara ilişkin olan 16. Ağır Ceza Mahkemesi kararı henüz verilmemişti.”
Şike konusundaki kararlar, PFDK tarafından 6 Mayıs 2012 tarihinde; İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından ise 2 Temmuz 2012 tarihinde verilmiştir. Dolayısı ile beyanın 6 Mayıs 2012 ile 2 Temmuz 2012 tarihleri arasında UEFA’ya sunulduğu anlaşılmaktadır. PFDK’nın “dahi” engel olamadığı biçimde (!), yöneticilerine ceza verilen bir kulübün, 2007’den beri şike faaliyetlerine doğrudan veya dolaylı olarak katılmadığını beyan etmesi, enteresan bir durumdur. Çünkü İngilizce ve spor hukukunu çok iyi bilen (!) dürüst hukukçuların da malumu olduğu üzere, şikeye rağmen bu tür bir beyanı UEFA’ya sunmak ceza gerektirir. Şike yaparak kulüplerinin adına ve tarihine ihanet edenlerin, ceza verileceğine bile bile yalan beyanda bulunmaları ise, şike suçlularının girdiği çıkmazın sonucudur.
AHLAK, ADALET VE TRABZONSPORLULUK HAKKINDA:
Trabzonspor da dâhil olmak üzere hiçbir kurum, kuruluş veya şahsın menfaati; asla ve asla ahlak ve adaletin önüne geçemez; ahlak ve adalete aykırı hareket etme nedeni olamaz. Trabzonspor’a ve Trabzonsporlulara düşen iş; ahlak ve adaletin değerler bütünü olarak ilelebet yaşaması adına mücadele etmektir. Dolayısı ile Trabzonsporluluk, “ÖNCE ahlak ve adalet; SONRA Trabzonspor” demeyi gerektirir.
Bu gerekçelerle; şike yapan bir suç örgütüne destek vermek için faaliyet ve mücadele edenlerle, ahlak ve adalet adına mücadele edenler arasında fark vardır ve olacaktır. Ülke futbolu üç seneden beri, şike yapan suç örgütü karanlığındadır. Fakat bilinmelidir ki, karanlık ve karanlıktan beslenenlerin tahakkümü ilelebet sürmez.
Son olarak; şike yapan suç örgütüne destek verenlerin faaliyetlerinden farklı olarak, şike sürecinde hak ve adalet adına Trabzonspor Kulübü’ne bedelsiz olarak destek verdiğimizi, iftira konusu olması sebebiyle, üzülerek tekrar hatırlatmak zorunda kaldığımızı ifade etmek isteriz.
Kamuoyuna Saygıyla Duyurulur   
Trabzonspor Kulübü Hukuk Kurulu"

19 Şubat 2014 Çarşamba

Ruhsar Demirel'den "Sporcu Ölümleri ve Yaralanmaları" ile ilgili Meclis Araştırması Teklifi

MHP milletvekili Ruhsar Demirel, "Ülkemizde sporcu ölümlerinin ve yaralanmalarının en aza indirilebilmesi başta olmak üzere, egzersiz ve spor yapan bireylerin sağlığının korunması ve geliştirilmesi" için gerekli önlemlerin alınabilmesi amacıyla, Meclis Araştırması teklifi verdi.

Önergenin gerekçesi aşağıdaki gibidir:

"Tipi ve savrulan karların pisti kapatmaması için kurulan tahta perdelere çarpan Aslı Nemutlu'nun boynunun kırıldığı ileri sürüldü."

"Tekvando sporcusu Seyithan Akbalık'ın ani ölümü spor camiasını yasa boğarken, ani sporcu ölümleri tekrar gündeme geldi. Ağır antrenman koşulları, yetersiz ve dengesiz beslenme ölüm nedeni olarak gösterilirken, ailenin gen haritası da ölümleri tetikliyor."

Yukarıdaki haberlere benzer haberler yazılı ve görsel basında yer aldığında sporda ani ölüm ve sporcu sağlığı konusu belirli bir dönem için kamuoyu gündemine gelmekte, ilgili ve ilgisiz kişilerin birkaç gün süren yoğun tartışmaları sonucunda ·gündemden düşmeye mahkum olmaktadır.

Uzmanlar tarafından sporcuların ani ölümlerinin en önemli nedenleri arasında kalpdamar sistemi patolojileri gösterilirken; travmalar, metabolizma sorunları, düşük ve yüksek vücut ısısı, elektrolit dengesizliği, anafilaksi, astım krizi, ilaç reaksiyonları ve sistemik hastalıklar diğer nedenler arasında sayılmaktadır.

Dünya Sağlık Örgütü tarafından toplumun geneline yönelik önerilen "Bulaşıcı Olmayan Hastalıkları Önleme Müdahaleleri" arasında, fiziksel aktivite hakkındaki kamu farkındalığının görsel basın vb. vasıtasıyla desteklenmesi de yer almaktadır. Sağlık Bakanlığı tarafından da 2014 yılı "Sağlıklı Yaşam ve Hareket Yılı" ilan edilmiştir.

Gençlik ve Spor Bakanlığı Spor Genel Müdürlüğü'nün Eylül 2013 verilerine göre; ülkemizde toplam lisanslı sporcu sayısı 4.721.371, faal sporcu sayısı ise 2.134.263'tür.

Yıllardır yapılan araştırmalar düzenli yapılan sporun kalp hastalıklarının, özellikle de kalp krizinin önlenmesinde çok önemli bir faktör olduğunu göstermektedir. Düzenli spor sağlık kuruluşları tarafından tavsiye edilmesine rağmen, yoğun egzersiz programı ani ölüm ve kalp krizine sebep olabilmektedir. Sağlıklı yaşam açısından kişinin hayat boyu fiziksel aktivitesinin devamlılığı ne kadar önemliyse, egzersize başlamadan önce mutlaka sağlık kontrolünden geçmesi de o kadar önemlidir.

Sporcuların travmatik yaralaninalardan · korunma şansı oldukça düşük olmakla birlikte; fiziksel eksiklikler, yorgunluk ve  aşırı yüklenme, anatomik sorunlar, psikolojik faktörler vb. pek çok neden yaralanmalarda etkili olmaktadır. Yetersiz beslenme ve enerji depolarının zayıflığı sonucunda, antrenmanın erken döneminde enerjisi biten sporcunun konsantrasyonu ve hareketlerindeki uyumun azalması antrenmanın verimini düşürmenin yanı sıra sporcuyu yaralanmalara daha açık hale getirir.

Sağlıklı hayatın temeli olan sporun, kişilerin anatomik ve fizyolojik sınırlarını  zorlamaları sonucunda ciddi sakatlıklara ve hatta ölümlere yol açabileceği unutulmamalıdır.

Araştırmanın genel amacı; profesyonel ve amatör spor dallarıyla uğraşan ve sağlıklı yaşam için spor yapan kişilerin yaralanmalarının ve ölümlerinin en aza indirilebilmesi için gerekli önlemlerin alınabilmesidir.

Araştrmanın alt amaçları:
1-Türkiye'de sporcuların ani ölüm ve yaralanma nedenlerinin bilimsel verilerle ve istatistiksel tespiti,
2-Profesyonel ve amatör sporcuların yaralanmaları ve ani ölümlerinin en aza indirilebilmesi yönünde alınabilecek önlemlerin tespiti,
3-Federasyonlar ve spor kulapieri tarafından sporcu sağlığına yönelik alınan tıbbi önlemler ile güvenlik önlemlerinin etkinliği ile önlem almayan kulüp ve federasyonlara yönelik uygulanacak etkin  yaptırımların tespiti,
4-Sporcu sağlığının korunması ve geliştirilmesi için ulusal farkındalığın artırılması yönünde alınacak tedbirler ile belirlenecek politikaların tespitidir.

12 Şubat 2014 Çarşamba

Tarafsız Bölge Ne Kadar Tarafsız?

Ahmet Hakan, bugün Tarafsız Bölge programında Aziz Yıldırım'ı ağırlayacak. Yıldırım'a Deniz Tolga Aytöre ve Mahmut Uslu eşlik edecekler. Programın tanıtım videosu birkaç gündür CNN Türk'te yayınlanıyor.

Programın konuklarını dikkate alınca bu programın tarafsız olacağını beklemek hayalcilik olur. Ahmet Hakan'ın 3 Temmuz sürecinde yaptığı programlar ve kaleme aldığı köşe yazıları Hakan'ın Aziz Yıldırım'ı desteklediğini gösteriyor.

Aşağıda şike sürecinin tartışıldığı "Tarafsız Bölge" programlarının linklerini ve Ahmet Hakan'ın konuyla ilgili köşe yazılarını bulacaksınız.

Hakan, programlara genelde sanık ve kulüp avukatlarını, Fenerbahçeli spor yazarlarını ve ünlü isimleri konuk etti.

Hakan, sanık avukatlarının bu sıfatlarını belirtmekten kaçındı. Bu avukatlar "uzman" sıfatıyla programa dahil oldular. Hukuk kuralları ile oynadılar. Temeli olmayan teoriler ürettiler. Karşılaştırmalı hukuktan bahsetmediler. Müvekkilleri için kamuoyu oluşturmaya çalıştılar.

Hakan hiçbir programına Trabzonsporlu avukatları çağırmadı.

Hakan, Aziz Yıldırım'a büyük hayranlık duyuyor. Hakan'a göre, herkes şike yaparken Yıldırım da bundan eksik kalmak istememiş.

Hakan’a göre Aziz Yıldırım şikenin de hakkını veren, illegal alanlarda bile büyük başarı sağlayan, mağdur, bir numara, safi karizma sahibi, seksi savunmalar yapan, duruşma salonunda gol atan biri.

Hakan, Yıldırım’ın savunmasında Atatürk vurgusu yapmasını fazlasıyla cesur, fazlasıyla kahramanca, fazlasıyla yiğitçe buldu. Ona göre, Yıldırım düzene başkaldırmış. Oysa Türkiye’de kimse ağzına Atatürk’ü almadan savunma yapmaz.

Hakan, başkanlık seçiminde Aziz Yıldırım’ın karşısına aday çıkarılması düşüncesini bile fırsatçılık, durumdan yararlanma, düşenin üstünde tepinme, ganimetçilik, soysuzluk, vurup da kaçma olarak nitelendirdi.

Hakan, içeriğini bilmediği UEFA müfettişi raporunun yalan olduğunu iddia etti.

Hakan, Cumhurbaşkanı Gül’ün şike cezalarını indiren yasayı veto etmesini eleştirdi. Siyasi manevra olarak gördü. Gül’ün kahraman olarak ilan edilmesini eleştirdi. Bu eleştirisini yanlış bilgiye dayandırdı. Hakan, yasanın dört parti tarafından ortaklaşa hazırlandığını yazdı. Oysa BDP bu yasaya karşıydı. BDP’li vekiller hem 6250 sayılı hem de 6259 sayılı Kanun’un görüşüldüğü TBMM genel kurullarında itirazlarını açıkça dile getirdiler. Oturumlarda kavga çıktı. Hakan ise yasanın konsensusla hazırlanıp kabul edildiğini yazdı. Ya olan bitenden haberi yoktu ya da olayı farklı gösterme gayretindeydi.

Hakan, Gül’ün yasayı veto etmesini 6222’de öngörülen cezalar açısından da eleştirdi. Hakan, “şikeciye yeryüzünün en büyük canavarları için bile öngörülmeyen 130 yıllık cezanın öngörülmesi meselesi ne olacak?” diye sordu. Bu da sanık avukatlarının ileri sürdüğü saçma gerekçelerden biriydi. Şike için 130 yıllık ceza öngörülmemişti. 4 ila 12 sene arasında bir ceza söz konusuydu. Şike suçu, rüşvet ve dolandırıcılık arasında bir suç olarak öngörülmüştü. Şikenin cezası da bu iki suç için getirilen cezalar dikkate alınarak belirlenmişti. Hakan, rüşvete verilen cezayı hiç eleştirdi mi? Bir yönetici en az on maçta şike yapmışsa sonucuna katlanacaktı. Rüşvet verenlere hiç acımazken, şike yapana merhamet gösterilmesi ikiyüzlülüktür. Hakan’ın “9 yıl yetmiyor mu? Siz ya sayı saymayı bilmiyorsunuz ya da hiç dayak yememişsiniz” sözü ise onun ceza hukukundan, Avrupa’da şikeye verilen cezalardan haberi olmadığını gösteriyor. Hakan, hep sanık avukatlarının ağzıyla konuştu, yazdı. Başkasının ağzıyla yazınca bilgisizliği iyice ortaya çıktı.

Hakan, üç sene boyunca Aziz Yıldırım’dan ve Fenerbahçe’den sık sık bahsederken, Trabzonspor’u birkaç kez köşesine taşıdı.

Hakan önce Trabzonspor’un Fenerbahçe yerine Şampiyonlar Ligi’ne gönderilmesini milletvekili Oya Eronat’ın durumuna benzetti. Hakan’a göre, Trabzonspor Şampiyonlar Ligi’ni hak etmemişti.

Hakan, mezara kadar, aktif Trabzonsporlu olduğunu yazdı. Yolundan hiç dönmeyeceğini iddia etti.

Hakan, Trabzonspor’a yapılan haksızlığı sadece bir kez kaleme aldı. O yazının asıl amacı haksızlığı ortaya koymak değildi. Hakan, “Biz Rum takımı mıyız, Ermeni takımı mıyız?” diyen Hacıosmanoğlu’nu eleştirmek için o yazıyı yazdı. Trabzonspor’a yapılan haksızlığı bir kere bile kaleme almadı. Ceza mahkemesi, UEFA, CAS, Yargıtay kararlarından sonra Trabzonspor’un durumunu değerlendirmedi. Görmezden geldi. Ya bir de Trabzonsporlu olmasaydı?

Hakan’ın bu süreçle ilgili ayağı yere basan yazıları, sadece cemaati suçlayanlara “kanıtın var mı?” dediği yazılardı.

Ahmet Hakan, vurucu yazısını sona sakladı. “Dik dur eğilme Aziz Yıldırım” başlıklı yazıda Yıldırım’ın elinde kamuoyu oluşturma günü olmadığını, medyaya hakim olmadığını iddia etti. Hakan, yazısının sonunda “Dik dur eğilme! Vicdanlılar seninle!” diyerek Aziz Yıldırım’a destek vermeyenleri toptan vicdansız olarak nitelendirdi.

Bu yazılar elbette Aziz Yıldırım’ın çok hoşuna gitti. Trabzonsporlu olduğunu iddia eden ünlü bir köşe yazarı ve televizyon programcısı kamuoyu yaratılması için önemli bir silahtı.

Fenerbahçe, Beyaz TV ile yapılacak ortak yayını son dakikada iptal etmişti. Fenerbahçe’nin sunduğu gerekçeleri dikkate alınca Hakan’ın Fenerbahçe’nin davasına saygı gösterdiği, Yıldırım’ı hedef almayan yayınlar yaptığı, Hakan’ın Fenerbahçe’nin değerleriyle yan yana bulunabilecek bir duruş sergilediği sonucuna ulaşıyoruz.

Aziz Yıldırım ve Fenerbahçeli yöneticiler risksiz alanda konuşmayı tercih edeceklerdi. Kendilerini zorlamayacak, hukuk altyapısı ve süreç hakkında bilgisi olmayan, sürecin başından beri kendilerine destek vermiş bir isimle ekrana çıkmak isteyeceklerdi. Ahmet Hakan en uygun isimdi.

Bu akşam Ahmet Hakan’ın kariyerinde çok önemli bir akşam. Reyting rekoru kıracağı bir yayına imza atacak. İzleyici sayısı ve aldığı reklamlar onu başarılı kılacak. Peki bu bir televizyonculuk başarısı olacak mı? Elbette hayır. Aziz Yıldırım hangi kanala çıksa reyting toplar. Asıl başarıyı, onun karşısında sergilenecek duruş belirleyecek. Ahmet Hakan’ın duruşunu ise biliyoruz.

Aşağıda CNN Türk kanalında yayınlanan "Tarafsız Bölge" programının linklerini ve Ahmet Hakan'ın süreçle ilgili köşe yazılarını bulacaksınız.

TARAFSIZ BÖLGE PROGRAMLARI 

26.08.2011 tarihli program
Konuklar: Bedri Baykam, Hayri Beşer, Alpay Köse, Bilgin Gökberk, (Telefon Bağlantısı) Ercan Saatçi ve Ecevit Kılıç

21.11.2011 tarihli program
Konuklar:  Ersan Şen, Can Atak, Emin Özkurt, Hayri Beşer ve Alpay Köse

30.11.2011 tarihli program

Konuklar:  Arif Çelik, Alpay Köse, Bedri Baykam, Bilgin Gökberk ve Emin Özkurt

01.12.2011 tarihli program
Konuklar: Arif Çelik, Alpay Köse, Bedri Baykam, Bilgin Gökberk ve Emin Özkurt

05.12.2011 tarihli program
Konuklar: Münir Koçaslan, Zümrüt Yezdani, Ali Rıza Dizdar, Mehmet Arslan, Erşan Şen ve Miyaşe İlknur

13.12.2011 tarihli program
Konuklar: Av. Alpay Köse, Gazeteci Orhan Bursalı,Gazeteci Münir Koçarslan, Av. Engin Tuzcuoğlu ve Av. Rezan Özdemir

Konuklar: Av. Emin Özkurt, gazeteci Münir Koçarslan, Ömer Çavuşoğlu, İstanbul Gençlik ve Spor İl Eski Müdürü Vedat Bayram, eski hakem Selçuk Dereli ve gazeteci Murat Çelik

Konuklar: TFF Eski Başkanı Mustafa Kemal Ulusu, Fb Eski Yöneticisi Feruh Tanay, Spor Yazarı Ömer Çavuşoğlu, Av.Metin Ünlü, Kenan Başaran ve Av.Rezan Epözdemir

Konuklar:  Kenan Başaran, 34. Dönem Türkiye Futbol Fedarasyonu Eski Başkanı Mustafa Kemal Ulusu, Av. Rezan Epözdemir, Engin Verel, Fenerbahçe Eski Yöneticisi Ferruh Tanay, Lütfü Özel ve Av. Baykal Doğa

Ahmet Hakan'ın 3 Temmuz Süreci ile İlgili Yazıları

- BİR: Şike baskını da, tıpkı Ergenekon baskını gibi apansız, habersizce, usulca ve sabaha karşı geldi.

-  İKİ: Şike baskını da, tıpkı Ergenekon’un ilk dalgası gibi tozu dumana kattı.

- ÜÇ: Ergenekon baskınlarında dokunulmaz sanılan generallere dokunulmuştu. “Şike baskınında da futbolundokunulmaz sanılan bazı generallerine dokunuldu.

-  DÖRT: Şike baskınında da, Ergenekon baskınında da düğmeye basan isim aynı: Savcı Zekeriya Öz.

-  BEŞ: Şike baskınında da, tıpkı Ergenekon’da olduğu gibi “yeni dalgalar” gelebilir.

-  ALTI: Ergenekon ile şike baskını arasındaki bir benzerlik daha: İkisinin de inananı var, inanmayanı var.

-  YEDİ: Ergenekon operasyonuna karşı olanlar, “muhalifleri sindirme harekâtı” demişlerdi. Şikeoperasyonuna karşı olanlar da aynı cümleyi kullanıyorlar: “Fenerbahçe’yi sindirme harekâtı”.

-  SEKİZ: Ergenekon operasyonunda olduğu gibi şike baskınında da şu meşhur “hukuki niteleme” hemen yürürlüğe girdi: “Masumiyet karinesi”.

-  DOKUZ: Ergenekon operasyonları müthiş bir siyasal cepheleşme yaratmıştı. Şike baskını da müthiş birtaraftar cepheleşmesi yaratmış durumda.

-  ON: AK Partililer Ergenekon’a sonuna kadar inanıyorlar, CHP’liler ise inanmıyorlardı. Şike baskınında dabenzer bir durum söz konusu: Fenerliler şikeye sonuna kadar inanmıyor, Trabzon, Galatasaray ve Beşiktaşlılar ise sonuna kadar inanıyor.

OYUNU CHP’ye verenlerin bile “CHP ne yaptığını bilmiyor” diye CHP’ye bodoslama giriştiği bir ortamda memleketin dört bir yanından “Ben Fenerbahçe’ye ve Aziz Yıldırım’a laf söyletmem arkadaş” nidaları yükseliyorsa...
CHP’li milletvekillerinin vekilliklerinin düşürülmesi tehlikesi karşısında yaprak bile kımıldamazken Fenerbahçe’nin küme düşme tehlikesi karşısında hop oturulup hop kalkılıyorsa...
CHP için bir “uzlaşma formülü” falan aranmıyor ve “Tükürdüklerini yalayacaklar” denilirken Fenerbahçe için herkes bir “kurtuluş reçetesi” peşindeyse...
Kimsenin aklına “Yüzde 26 oy almış bir parti” demek gelmezken herkes ağzını açtığında “Yüzde 45’likbir taraftar desteğine sahip takım” demeye özen gösteriyorsa...
Ergenekon sanığı iki ismi vekil yaptı diye CHP’ye ağzına geleni söyleyen fanatik Fenerbahçeli Cengiz Çandar, “çete” iddiasına gözünü kapatıp Aziz Yıldırım’a tam destek veriyorsa...
CHP aleyhine yazı yazmak neredeyse “milli spor” halini almışken Fenerbahçe aleyhine kelime etmek bilehayli riskli bulunuyorsa...

“Hangi aidiyet daha güçlü?” diye sormaya gerek var mı?

BAŞARILI bir futbol kulübü yöneticisi olmanın gerektirdiği her şeyi sonuna kadar yapmış:
-  Takımın altyapı eksiklerini tamamlamış.

-  Stadı büyütmüş. 

-  Yıldızları takıma katmış.

-  Başarıyı sağlamış.

-  Şampiyonluk getirmiş.

-  Taraftara zaferi tattırmış. 

* * *

Eğer iddialar doğruysa...

Aynı Aziz Yıldırım, futbolun temiz alanında sağladığı büyük başarıların güme gitmemesini sağlamak amacıyla,futbolun kirli alanını da ihmal etmemiş.

O alanda da aktif olmuş.

Muhtemelen “Herkes o alanda faaliyet gösterirken biz niye o alanı boş bırakalım ki” yaklaşımıyla hareket etmiş.

Ve o alanın da hakkını vermiş.

Kısacası...
“Başarılı bir futbol kulübü başkanı” tanımlamasına layık olmak için ne gerekiyorsa onu yapmış.
Son “Şike operasyonu” söz konusu olmasaydı...
Aziz Yıldırım hem legal alanda, hem de illegal alanda gösterdiği büyük başarılar nedeniyle “tam da olması gereken bir kulüp başkanı” olarak algılanmaya devam edecekti.
Zaten Aziz Yıldırım’ı bu operasyonda öne çıkaran temel nokta da hem legal alanda, hem de illegal alanda gösterdiği olağanüstü başarıdır.
* * *
Son “Şike operasyonu”nda diğer kulüp başkanları Aziz Yıldırım kadar öne çıkmıyorlarsa...
Çok temiz, çok ilkeli, çok hakkaniyetli, çok adil, çok dürüst oldukları için değil, iki alanda da Aziz Yıldırım kadar başarı sağlayamadıkları için çıkmıyorlar. Yoksa onlar da “Başarılı bir kulüp başkanının yapması gerekenler” meselesini gayet iyi biliyorlardır.


‘Şike operasyonu’ kapsamında ortaya dökülenlerin en ilginci şuydu:
Futbolcunun birine şike parası teklif edilmiş. Dinine bağlı olan futbolcu, şike parasını almadan önce birhocaya danışmış.

Demiş ki:

“Hocam, ne dersiniz? Alayım mı? Günah olur mu?”

Hoca’nın cevabı: 

“Helaldir, caizdir, alabilirsin.”

Bu kıssanın hissesi şudur:

Din hocalarının bile şike parası almayı ya da vermeyi günah olarak görmedikleri bir futbol düzeninden ve sisteminden söz ediyoruz.

Gerisi hikâye...


GEÇEN gün arabayı almak için otoparka girdim.
Arabanın yanına ulaştım, kapısını açtım.     
Tam içeri girecekken bir otopark görevlisi telaşla yanıma geldi.  
Çok gizli ve tehlikeli bir iş yapıyor gibi sesini alçaltarak sordu:
“Sen gazetecisin bilirsin abi... Fener’i küme düşürürler mi?”

Endişelere gark olmuş bir hali vardı. Verilecek cevaptan bir umut devşirmek istiyordu.
Yatıştırmaya çalıştım kendisini...
“Her şey olacağına varır” türü, hiçbir anlama gelmeyen lakırdılar ettim.

* * *  
O otopark görevlisi bana...
-  “CHP yemin edecek mi?” diye sormadı. 

 “Tutuklu milletvekillerinin durumu ne olur?” diye sormadı.
-  “Kürt sorunu çözülecek mi?” diye sormadı.

-  “Kıbrıs’ta neler oluyor?” diye sormadı.

-  “Geçim derdimiz ne olacak?” diye sormadı.

-  “Türkiye nereye gidiyor?” diye de sormadı.

Bunların yerine...
“Fener’i küme düşürürler mi?” diye sordu. 

“Sen kafanı yorma... Düşüremezler, düşüremezler...” cevabını işitmeye bel bağlayarak... 

* * *
Şimdi söyleyin bakalım...
Böyle bir memlekette Cengiz Çandar’lar, “Ergenekon’da öyle / Fener’de böyle” türü yazılar yazmasın da ne yapsın?
Böyle bir memlekette Cengiz Çandar’lar, hiç takar mı çifte standardı falan...

DÜŞÜNSENİZE: Başbakan’ın “hasta Fenerli” olduğu bir memlekette...
Fenerbahçe’nin “büyük” başkanı, dört gündür hastaneden karakola, karakoldan savcılığa, oradan tekrar hastaneye götürülüyor ve en sonunda da tutuklanarak Metris Cezaevi’nde ikamete mecbur ediliyor.
Merak ediyorum:
Hem “hasta Fenerli”, hem de “hasta AK Partili” olanlar bu durumu, iç ve dış dünyalarında nasıl izah ediyorlardır acaba?
“Türkiye’de yargı bağımsızdır” diye izah etseler... Galatasaraylılarla aynı düzleme düşmüş olacaklar.
“Başbakan’ın bu işlerle ne alakası var ki?” diye izah etseler... Bütün öfkelerini AK Parti’ye yönelten AK Partili olmayan Fenerlilerin hışmına uğrayacaklar.

“Yargı kararı olmadan hiç kimse suçlu sayılamaz” diye izah etseler... Ergenekon, Balyoz falan hatırlatılacak.

“Tutuklamalar yanlış olmuştur” diye izah etseler... Tahliye edilmeyen milletvekilleri sorununda takındıkları tutum sorgulanacak.

“Kirliliklerin üzerine gidiliyor” diye izah etseler... Tuttukları takımın şampiyonluğunun kirli olduğunu kabullenmiş olacaklar...

Kısacası...
Hem “hasta Fenerli”, hem de “hasta AK Partili” olanların durumları bugünlerde çok fena...
Daha önce... Bugünlerde yerinde olmak istemediğim kişi olarak, büyük krizi kucağında bulan Futbol Federasyonu’nun yeni başkanı Mehmet Ali Aydınlar’ı göstermiştim. Tashih ediyorum:
Bugünlerde asıl “Fenerli AK Partililer”in yerinde olmak istemem.

Bugünlerde herkes şu sorunun yanıtını arıyor:
Bir futbol kulübünün sahibi, o kulübün yöneticileri midir, yoksa o kulübe gönül veren taraftarlar mıdır?

Bu soruya yanıt vermeden önce...

“Zihin açıcı olsun” diye...

Bu sorunun “amcaoğlu” olan bir başka soruyu sormak istiyorum:

“Siyasi partilerin sahibi, o partilerin yöneticileri midir, oy verenleri midir?”

* * *

Malum siyasi partiler hakkında açılan kapatma davaları, yöneticilerin eylem ve söylemlerine dayandırılır.

Benzer bir durum futbol kulüpleri için neden söz konusu olmasın?

Ne yani?

Koskoca partiler, sadece yöneticilerinin eylem ve söylemleriyle şak diye kapatılıyorken...

Neden kulüpler, yöneticilerinin eylemleri nedeniyle küme düşmesin ki?


MUHAFAZAKÂR kesimin kendisine “muhafazakâr kesim” demediği günlerden tanırım ben Avukat Faik Işık’ı...

“İslami kesim” denirdi o zamanlar muhafazakâr kesime...
O zamanlar bu kadar “güçlü” ve bu kadar “kalabalık” değildi o kesim.
Şartlar gereği biraz da içe kapalıydı.
Hatta hafiften “gettocu”ydu.
“Bizim” Faik de o kesimin tam içindeydi.
Ama sıra dışı bir İslami kesim mensubu idi Faik.
Ne düşünüyorsa cesurca söylerdi. Gettonun kurallarına teslim olmazdı.
Bir itiraz kültürüne sahipti.
“Ne derler” demek yerine, diyenler ve diyecek olanlarla savaşırdı.
Rahat oturur, sesi de gür çıkardı. Dışa açıktı.
İstanbul Barosu’nda İslamcı avukatlar ile solcu avukatların işbirliği yapmalarının öncüsü olmuştu.

İstikbal vaat eden iyi bir hukukçuydu. Ezberci avukatlardan değildi.
Hukuki sorunlara özgün çözümler üretmeye çabalardı.
Çok genç yaşta Tayyip Erdoğan’ın avukatlığını üstlenmesi, bu çabasının karşılık bulduğu anlamına geliyordu.
Şova da meraklıydı.
“Burada savunmanın imkânları kısıtlanıyor” diye mahkeme salonunda cüppe bırakmalar falan...

İki gündür gazetelerde, televizyonlarda “bizim” Faik’i “Aziz Yıldırım’ın avukatı” sıfatıyla görünce...
Hiç ama hiç şaşırmadım.
“Vay be! Faik’e bak” demedim.
Çünkü eskiden tanıdığım Faik, “Türkiye’nin en önemli davasının en önemli şüphelisi” için gayet uygun bir isimdir.
Sağda solda Faik Işık için “Eskiden Erdoğan’ın avukatlığını yaptığı için tercih edildi” tarzı cümleler duyuyorum.
Faik’in Aziz Yıldırım için gayet uygun bir isim oluşu, bir zamanlar “Tayyip Erdoğan’ın avukatlığı” görevini üstlenmişolmasından kaynaklanmıyor, bir zamanlar “getto içinde bireyselleşmeyi başarmış” olmasından ve bu başarının mesleğine kattığı katma değerden kaynaklanıyor.

Evet, benzetmek gibi olmasın.
Ama ne yapayım, elimde değil, benzetiyorum:

Aslında Fenerbahçe’nin hakkı olan Şampiyonlar Ligi’ne, Fenerbahçe gidemediği içinTrabzonspor gidecek ya...

Bu durum bana...

BDP’den milletvekili seçilen Hatip Dicle’nin yerine Meclis’e giren AK Parti’li Oya Eronat olayını çağrıştırıyor.


ŞUNCA zamandır yazıp çiziyorum:
Başbakan aleyhinde yazdım, Cumhurbaşkanları aleyhinde yazdım, bakanlar-milletvekilleri aleyhinde yazdım, generaller aleyhinde yazdım, yazar-çizerler aleyhine yazdım, işadamları aleyhinde yazdım, magazin figürleri aleyhinde yazdım...

Ağır polemiklere girdim.
Şiddetli sataşmalara maruz kaldım.
Dalağımdan girdiler, kırık kolumdan çıktılar.
İftiranın en hasını, garezin en pisini, kıskançlığın en kalleşini gördüm, görüyorum.
Ama fakat lakin...
Şu son birkaç gündür...
Destursuz “futbol bağı”na girince...
Bunların hepsinin “leblebi çekirdek” olduğunu fark ettim.
* * *
Mesela...
Geçen gün “Fenerbahçe’nin dramı” diye bir laf ettim.
Hay etmez olaydım!
Hayatım boyunca işittiğim tüm galiz küfürlerden daha fazlasını işittim.
Neymiş efendim, Fenerbahçe gibi “şanlı bir takım” için “dram” kelimesini kullanamazmışım.
Mesela...
Dünkü yazımda Trabzonspor hakkında bir benzetme yaptım.
Hay yapmaz olaydım!
Küfür de neymiş! Ölümlerden ölüm beğenmem gerekliliğiyle karşı karşıya kaldım.
Neymiş efendim, Trabzonspor’la ilgili benzetme yapamazmışım.
Sanki Beşiktaş ya da Galatasaray farklı mı?
Onlar hakkında yazılacak iki satırlık bir esprinin karşılığının farklı olacağına dair tek bir işaret bile yok.
* * *
Generallerle kafa bulacağız.
Başbakan’la alay edeceğiz.
Magazin figürleriyle maytap geçeceğiz.
Bakan ya da milletvekiline ironi yapacağız.
İşadamına laf çakacağız.
Yazar-çizerle en sertinden polemiklere girişeceğiz.
Hatta terör örgütleri hakkında bile ileri geri yazıp çizeceğiz. Ama iş futbol takımlarınagelince...
Suspus olacağız.
Ya takımlardan birine yaslanarak diğerlerine laf çakacağız ya da idare-i maslahat yaparak durumu geçiştireceğiz.
Öyle mi?
Bana diyorlar ki:
Sen anlamazsın, “taraftar psikolojisi” diye bir şey vardır, bu psikoloji kanun manun / hukukmukuk tanımaz. Terörize olursun. En iyisi huyundan ve de suyundan gitmek.
* * *
İyi de kardeşim, eğer ben “idare edecek” olsaydım... 
Başbakan’ı idare ederdim ya da bilemedin Cumhurbaşkanı’nı...
Bakanlardan hiç değilse birini idare ederdim ya da bilemedin CHP’yi...
Pozisyonumu “idare etmek” üzerine kurardım.
Medyanın “cici adamı” olarak tebarüz etmeye gayret ederdim.
Askere oynardım.
“Jöleleme” yapardım.
Öyle çok korkusuz bir adam olmadığım halde bazı şeylerin üzerine üzerine gitmeye kalkışmazdım.
Yani demem o ki:
En ağır muktedirleri bile idare etmemişim, şimdi tutup da “taraftar psikolojisi”ni mi idare edeceğim?
* * *
Her zamanki gibi korkuyorum...
Her zamanki gibi ürküyorum. Ama her zamanki gibi...
Korkarak ve ürkerek de olsa...
“Vız gelir tırıs gider” diye meydan okumaktan da geri durmuyorum.
Hadi bakalım.

OFSAYTTAN çakarım.

Futbol üzerine yapılan geyik programlarının meftunuyumdur.

Futbol konusunda yazılmış “Blöfçünün Rehberi”ni hatmettim, bu yüzden futbol hastalarının karşısında bile ezilip büzülmem, “her şeyden haberim varmış gibi” yapabilirim.

Ama gelin görün ki:

Son tahlilde ben bir “futbol düşkünü” değilim.

Hatta futbola kayıtsız kaldığını cümle âleme ilan etme cesaretini gösteren Okan Bayülgen’i, hiç değilse bu alanda “pir” bellemişimdir.

Takım tutma meselesine gelince:

Bir kardeşim Fenerbahçe’yi, bir kardeşim Beşiktaş’ı tercih edince bana da Galatasaray düştü.

Çocukluğumdan beri “Hangi takımı tutuyorsun?” sorusuna sırf “Ben takım tutmam” diyerek kıllık yapmamak için, bir ağız alışkanlığıyla “Galatasaray” diye yanıt verdim.

Sonra günlerden bir gün İnönü Stadı’nda bir Beşiktaş maçına gittim. Tribünlerden öyle aykırı, öyle yaratıcı, öyle erkeksi sloganlar yükseliyordu ki mest oldum. 

Üstelik Mustafa Denizli de stada hayli artistik bir giriş yapmıştı. 

Muazzam bir etki altındaydım.

Kararımı verdim: Beşiktaşlı oldum.


Derken bir gün yolum Trabzon’a düştü.

Trabzonspor Kulübü Tesisleri’nde küçük bir inceleme gezisi...

Şenol Güneş’in gadre uğradığı halde mağrurluğundan ödün vermeyişinden, Özkan Sümer’in asil duruşundan ve takıma gönül verenlerin adanmışlığından öylesine etkilendim ki...

Anında tornistan edip adımı Trabzonspor Kulübü Kayıt Defteri’ne yazdırdım.

Bir de söz verdim, “Pazara kadar değil mezara kadar Trabzonsporluyum” diye...

Sözümde durdum: Döneklik yapmadım ama aktif bir taraftar gibi de davranmadım.

En son İnter galibiyetinin İstanbul medyasında hak ettiği ölçüde karşılık bulmadığını görünce...

Yani yapılan açık haksızlığı fark edince...

Kararımı verdim:

Ben artık “aktif bir Trabzonspor taraftarı” olacağım.

Yolumdan hiç dönmemecesine...


Faik’i delirtmişler (29.09.2011)
EN son Aziz Yıldırım’ın avukatlığını üstlendiği sıralarda televizyon programlarında görmüştümFaik Işık’ı...

Bir de yazı yazmıştım:

“Eski İslamcı avukat Faik Işık, Aziz Yıldırım’ın avukatlığını üstlenmiş, ne güzel!” havasında bir yazı...

Eski bir dostun iyi bir yere gelmesinden duyulan kıvancın yazısıydı o.

* * *

Öyle oldu, böyle oldu...

“Bizim” Faik, Aziz Yıldırım işinde dikiş tutturamadı.

Eh, ne de olsa kurtlar sofrasına oturmaya kalkan bir kuzu idi...

Parçaladılar zavallıcığı.

Ama o da parçalanmak için ne kadar malzeme varsa verdi.

Sonuç: 

Aziz Yıldırım’ın avukatlığını bıraktı Faik...

* * *

Baktım, geçen akşam, “ne kadar rezil olursak o kadar iyi” türü bir programda Ahmet Çakar’la karşı karşıya gelmiş bizim “Faik”.
Delirmiş gibiydi.
Bağırıyor, çağırıyor, hakaret ediyor, “tutmayın beni” havalarına giriyor, programı terk etmeye kalkıyor, sonra tekrar içeri giriyordu.
Yüzümü buruşturdum, midem ekşidi, kıvancım bitti.
Demek ki neymiş?
Bir yere gelmek kadar, gelinen yerde sağlam durmak da bir meziyet imiş.


BİR spor muhabiri, Fenerbahçe’nin tribün liderlerinden biriyle bir röportaj yapmış. Röportaj, Hürriyet’in internet sitesinde yayınlanmış, sonra da kaldırılmış.

Röportajda Fenerbahçe’nin tribün lideri tüm Trabzonspor taraftarlarına açıkça hakaret ediyor. Ne dediğini yazmak bile istemiyorum. Benim asıl takıldığım konu şu: Konu Trabzon olunca...

Haksızlık yapmak, hakaret etmek, bel altı vurmak bu kadar kolay mı olacak?

Hadi fanatik bir tribün lideri, bir hakaret etti.

Peki bu hakareti, coşkuyla röportaja almak da ne oluyor?

Hadi diyelim ki röportajı yapan, cümleyi coşkuyla röportajına koydu. Peki bu cümleleri yayınlamak da ne oluyor?

Söyler misiniz? 

Trabzonspor’un bir tribün lideri Fenerbahçe hakkında böyle bir cümle sarf etse, bu cümle bu kadar denetimsiz bir şekilde yayınlanır mı?

Bir kez daha soruyorum:

Konu Trabzon olunca neden bu kadar pervasız olunuyor?


HÜRRİYET Spor Müdürü Mehmet Arslan ile görüştüm. “Siz Trabzon’a düşmanlık mı yapıyorsunuz?” diye başladım kitabın ortasından konuşmaya.
“Asla” diyerek sözümü kesti ve ekledi: “Biz gazetecilerin bir takıma karşı duyacakları tek bir his vardır: Saygı... Sadece saygı... Ben Milano’da Trabzon maçını Trabzonspor Kulübü’nün yöneticileriyle birlikte izledim. Nasıl sevindiğime onlar şahittir”.

* * *

Mehmet Arslan, bir Fenerbahçe amigosuyla yapılan röportaj konusunda da şunu söyledi:

“Trabzonluların haklı olarak tepki gösterdikleri röportajın Hürriyet Spor Servisi ile bir ilgisi yok. Hürriyet’in internet sitesinde yayınlandı o röportaj... Ancak tepki bize yöneldi. Biz de bu işten mağdur olduk”.

Mehmet Arslan’a hepimizin göğsünü kabartması gereken İnter galibiyetinin Hürriyet’in sayfalarına neden coşkulu yansımadığını da sordum. 

Şunları söyledi: “İç sayfalarda coşkulu bir şekilde yansıttık. Birinci sayfada coşkuyu yansıtamadık. Bu da bizim hatamız. Biz de hata yapabiliriz. Ama asla kasıtlı hareket etmeyiz”.

* * *

Mehmet Arslan duyarlı bir yönetici... 

Son zamanlarda Trabzon yönetici ve taraftarlarından oluşan “Hürriyet bize haksızlık yapıyor” algısını yıkmak ve değiştirmek için çaba sarf ettiğini söyledi.

Mesela Trabzon’un taraftar gruplarıyla bir araya geliyormuş.

Mesela Trabzon’la ilgili son günlerde ortaya çıkan talihsizliklerin giderilmesi için yeni mekanizmalar kuruluyormuş.

Başarılı olmasını yürekten diliyorum.

Çünkü o “algı”nın ortadan kalkmasına en çok sevinen ben olurum.

Yargıçlık ya da savcılık yapmadık. Detaylarda ortaya çıkan yeni şeyleri aktardık. Bu sadece bize kalmış bir şey değil. Başkaları da yapabilirler aynısını. Böylece sadece bize kalmadığı kanıtlanmış olur.
Hürriyet Yazarı Ahmet Hakan, şike soruşturmasıyla ilgili yorumları değerlendirdi.
HÜRRİYET Pazar 4 Yüz’ün yazarları Enis Berberoğlu, Ertuğrul Özkök, Sedat Ergin ve Ahmet Hakan’ın tartışmaya açtığı şike soruşturması ile ilgili yorumları, spor@hurriyet.com.tr’detartışmaya açtık. Ahmet Hakan, Hürriyet okurlarının yorumlarını değerlendirdi.

Okurumuz Asaf Yener diyor ki:
“Size mi kaldı şike konusunda hem hakimlik, hem savcılık yapmak?”
Ben de diyorum ki:
Yargıçlık ya da savcılık yapmadık. Detaylarda ortaya çıkan yeni şeyleri aktardık... Bu sadece bize kalmış bir şey değil. Başkaları da yapabilirler aynısını... Böylece sadece bize kalmadığı kanıtlanmış olur.

Hiçbir film insanlığın sırrını açıklamaz

Okurumuz Hilmi Alişanoğlu diyor ki:
“Şike soruşturması yazıları, fragmanından etkilenerek gittiğim film gibiydi. Fragman müthiş, oyuncular dünya starı, konu olağanüstü ama film hayal kırıklığı... Yeni bir şey yok. 
Evime her gün Hürriyet girmese, ‘beni kandırdınız, bir liramı geri verin’ derdim.”
Ben de diyorum ki:
Her film herkeste aynı etkiyi bırakmaz. Bazılarımızın “başyapıt” diye nitelendirdiği filmleri, bazılarımız “tam bir hayal kırıklığı” olarak görebilir. Bu biraz da beklenti ile ilgilidir. 
Hiçbir film, insanlığın sırrını açıklamaz. Hiçbir gazete haberi de savcının ya da hakimin yapamadığını yapmaz. Kısacası lütfen rahat olun.

Futbol yorumcuları ölçüyü kaçırdı
Okurumuz Nafiz Güvenç diyor ki:  
“Bana göre futbol yorumculuğu tarafsız bir göz ile gördüklerini kâğıda kaleme dökmek ve söylemektir. Yorumculuk eğitimi alanlar bu işi yaparsa diğer takımlara da hak ettikleri saygı gösterilmiş olur. Bakalım böyle güzel günler görecek miyiz?”

Ben de diyorum ki:
Bir zamanlar Türkiye’de futbol yorumcuları tarafsız görünmeye çalışırlardı. Her birinin tuttuğu bir takım vardı ama bunu asla açık etmezlerdi. 80’li yıllarda bu anlayış yıkıldı. Bir yorumcu çıktı, tuttuğu takımı açıkladı. Sonra da arkası geldi. Bence iyi de oldu. İkiyüzlülük ortadan kalktı. 
Fakat bu kez de başka sorunlar ortaya çıktı. Yorumcular gitgide daha tarafgir, gitgide daha kışkırtıcı, gitgide daha gözü dönmüş hale geldiler. Ölçü kaçtı yani...

Hırsımızı başka takımlardan çıkarmamalıyız
Okurumuz Gaye Özoktay diyor ki:
“Yazılarınızı takip eden biri olarak futbolla fazla ilgilenmediğinizi biliyorum. Ama madem şike soruşturması haberinizde zafer işareti yaparak Trabzonspor forması giydiniz, o halde Trabzonspor’un günahlarıyla ilgili konulara da girmenizi bekleriz.”

Ben de diyorum ki:
Eğer bir takımın başına bazı haksızlıklar geliyorsa, bunun sorumlusu ille de bundan avantaj elde eden takım mıdır? Öfkelenebiliriz, ağır haksızlığa maruz kaldığımızı düşünebiliriz, iddialar bizi çileden çıkarabilir. 
Bu durum mantığımızın savuşmasına yol açmamalı. Hırsımızı başka takımlardan çıkarmaya kalkışmamalıyız. 
Kendi takımına yöneltilen soyut suçlamaları “apaçık haksızlık” olarak gören biri, aynı soyut suçlamalarla başka takımları suçlayıp haksızlık yapmamalı.

Ertuğrul Özkök holigan olamaz
Okurumuz Serkan diyor ki:
“Ahmet Hakan siz ve Sedat Ergin futbolla pek ilgili değilsiniz. Geriye kalıyor Enis Berberoğlu (sanırım Fenerlidir) ve Ertuğrul Özkök... Özkök zaten Fener holiganı. Elinizi vicdanınıza koyun neden bir Galatasaraylı yok? Keşke adınız ‘altı yüz’ olsaydı da iki Galatasaraylı olsaydı aranızda”.

Ben de diyorum ki:
Keşke aramızda Galatasaray taraftarı da olsaydı. Ama bir de şöyle bakın: Gerek Sedat Ergin’in, gerek benim futbolla o kadar da içli dışlı olmamamız, olaya daha soğukkanlı ve daha yukarıdan bakmamıza yol açmış olamaz mı? Enis Berberoğlu Fenerli değil, Beşiktaşlı... Ertuğrul Özkök ise istese de holigan olamaz. Çünkü kişiliği buna pek müsait değil.

Havutçu için yargının kararını bekleyin
Okurumuz Levent N. Bezmez diyor ki:
“Beşiktaş taraftarıyım. Beşiktaş yöneticilerinden çok sevdiğim Tayfur Havutçu’dan nefret ettim. Sebebi ne olursa olsun Beşiktaş’ı böyle bir olayın içine çektikleri için...  Bizimkilerin kurnazlık yapıp kupayı iade etmeleri de benim için yeterli değil. Mahkemenin ve akabinde Federasyon’un vereceği cezayı bekliyorum. Temiz olmayan kupayı ne yapayım?”.

Ben de diyorum ki:
Gözü dönmüş bir fanatiklik içinde olmamanız takdire şayan. Fakat bunu fazla abartmamalısınız. Durun bakalım, bu kadar acele etmeyin. 
Tayfur Havutçu hakkında yargının vereceği kararı bekleyin... Unutmayın: Aksi yargı kararıyla kanıtlanmadıkça herkes masumdur.

Karamsarlık için biraz erken
Okurumuz Murat Cennetoğlu diyor ki:
“Ben Fenerbahçeliyim. Başlangıçta eğer alın terine, sporun namusuna sahtekârlık karıştırdıysak her şeyi hak ediyoruz diye düşünüyordum. Oysa şimdi farklı düşünüyorum. İzlenen yöntem ve yaşadığımız yargısız infaz süreci adalet duygumuzu çoktan kan içinde bıraktı.”

Ben de diyorum ki:
Yöntemdeki hoyratlıklar beni de sizin gibi inceden umutsuzluğa sevk ediyor. Ama iki şeyi aklınızdan çıkarmayın: BİR: Yargısal hoyratlıklar sadece Fenerbahçe’ye yapılmıyor. İKİ: Henüz dava başlamış bile değil. Yani demem o ki karamsarlık için biraz erken.

Siyasetin bağımsız taraftar kimliği yok ki!
Okurumuz Aytaç diyor ki:
“Şike seçimden önce ortaya çıksaydı da seçimi etkilemezdi şeklindeki görüşünüze katılmıyorum. AKP bir fenerdeki ışık sorununu, başka bir fenerdeki sorunlarla bir güzel örttü. Bir sonraki seçimde bu süreç AKP’yi etkileyecek.”

Ben de diyorum ki:
“Etkiler miydi, etkilemez miydi” tartışmasının anlamı yok. Ne desek boş... Ama elimizde bir done var: Trabzon’da büyük bir Erdoğan tepkisi vardı. Ne oldu? AK Parti Trabzon’u kazandı. Ayrıca Tayyip Erdoğan da Fenerbahçeli... Siyasetten bağımsız bir taraftar kimliği yok ki? 
Hem Fenerli, hem de AK Partili çok kişi var. Bu kişilerin Fener’e haksızlık yaptı diye AK Parti’yi cezalandıracaklarını hiç sanmıyorum. Çünkü Fener’e haksızlık yapanın AK Parti olmadığına inanan çok Fenerli de var.

Süreç saha dışı olaylara bakılarak tamamlanacak
Okurumuz Hakan Cem Yabancı diyor ki:
“Şike asla takımın tamamı ile yapılmaz. Sadece bir veya iki futbolcuyla yapılır. Başka kimsenin haberi olmaz. Diğer futbolcular bunu sahada bazen hisseder, o kadar. Şike sahadaki oyunla ispatlanmaz. Şike ancak saha dışı olaylarla, telefon dinlemeleriyle ve itiraflarla kanıtlanabilir.”

Ben de diyorum ki:
Yani maça bakarak “bu maçta şike vardır” ya da “bu maçta şike yoktur” denemez diyorsunuz. Haklısınız. Kesinlikle katılıyorum bu görüşünüze... Zaten yargı süreci, maçlara bakılarak tamamlanmayacak. “Dört Yüz” yazılarında da belirtildiği gibi süreç, saha dışı olaylara bakılarak tamamlanacak.

TAMAM, sonuçta bir futbol acemisiyim...
Ama bu konuda acemi olmam Türkiye Futbol Federasyonu’nun UEFA karşısında sergilediği acemiliği, korkaklığı, tehditlere boyun eğişi fark etmeme engel değil.
Türkiye Futbol Federasyonu yetkililerinin, Türkiye’de incelemelerde bulunan “UEFA Müfettişi”ne, “Fenerbahçe şike yapmıştır, bütün deliller elde” demiş olabileceklerine ben de ihtimal vermiyorum.
“UEFA Müfettişi”nin gerçekleri yazdığına ben de inanmıyorum.
Fakat buna rağmen... 
Fenerbahçe camiasında baş gösteren Türkiye Futbol Federasyonu’na yönelik kuşkuları da anlayabiliyorum.
Çünkü...
Federasyon yetkilileri, “UEFA Müfettişi”nin söylediği yalanlar karşısında son derece pasif, son derece cılız, son derece alttan alıcı tepkiler geliştiriyorlar.
Yeri göğü yıkmıyorlar. İftiranın, yalanın peşine düşmüyorlar.
Fenerbahçe yetkililerine cevap verme konusunda gösterdikleri gayretin dirhemini bile sergilemiyorlar.
İşte bu durum nedeniyle...
Fenerbahçe camiası, Türkiye Futbol Federasyonu’nun son çıkışlarını bir tür “suçlulara özgü telaş” ile yapılmış çıkışlar olarak algılıyor.

ŞİKE Yasası’nı veto etti ya...

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e kahraman muamelesi yapılıyor.

Resmen... Alenen...
“İşte benim Cumhurbaşkanım” başlıklı yazılar...
“Kahraman Cumhurbaşkanı şike çetesine geçit vermedi” konulu demeçler...
“Helal olsun” sesleri...
Ve daha neler neler...
 * * *
Şike Yasası, Gül’ün veto ettiği en esaslı yasa...
Özelliği ne?
Dört partinin ortaklaşa hazırlamış olması...
Öyle bir yasa ki...
Veto edildiğinde hiç kimse “Flaş... Flaş... Flaş...” sesleri arasında “Cumhurbaşkanı AK Parti’nin hazırladığı yasayı veto etti” diyemeyecek.
Süper yani...
Hem Köşk’te geçen yıllara en esaslı vetonun adını yazdırıyorsun, hem de AK Parti’yi karşına almıyorsun...
Zekice yani...
Hakikaten helal olsun.
 * * *
Fakat keşke iş burada bitse...
Maalesef bitmiyor.
Akıllara şu üç soru geliyor mesela:
BİR: Eğer Cumhurbaşkanı, şike çetesine geçit vermeyerek bir kahramanlığa imza attı ise, şike çetesini kurtarmak isteyen hainler kimler?
İKİ: Veto iyi hoş da şikeciye yeryüzünün en büyük canavarları için bile öngörülmeyen 130 yıllık cezanın öngörülmesi meselesi ne olacak?
ÜÇ: Yasadan şikâyetçi olduğunu dile getiren Bülent Arınç, konu Meclis’te görüşülürken neden sesini çıkarmadı? O zaman neyle meşguldü acaba?
 * * *
Veto edilmeye “en müsait” ve “en münasip” yasayı veto ederek “kahraman” unvanını alan Cumhurbaşkanı ve onu kahraman ilan edenler, eğer bu üç soruya tatmin edici cevaplar verirlerse...
Ben de kendilerine katılıp “İşte benim Cumhurbaşkanım... Gurur duydum” başlıklı üç yazı yazacağım.

BİR: Aklıma mağrur bir duruş gelirdi, şimdi mağdur bir duruş geliyor.
İKİ: Aklıma ‘imparator’ sıfatı gelirdi, şimdi ‘bir numara’ sıfatı geliyor.

ÜÇ: Aklıma ‘NATO ihaleleri’ gelirdi, şimdi ‘şu Metris’in önü’ türküsü geliyor.

DÖRT: Aklıma ‘futbolcu transferine harcadığı paraların miktarı’ gelirdi, şimdi ‘132 yıl’ geliyor. 

BEŞ: Aklıma ‘Fenerbahçe Başkanı olarak yaptığı konuşmalar’ gelirdi, şimdi ‘iddianame’ geliyor.

ALTI: Aklıma ‘hafiften bir karizma’ gelirdi, şimdi ‘safi karizma’ geliyor.

YEDİ: Aklıma ‘hiç pes etmeyecekmiş bir inat’ gelirdi, şimdi ‘pes etmişlik’ geliyor.


Cemaat neden Fener’e kötülük yapsın?
Fenerbahçe’nin başına gelenlerden gizli mahfillerde ‘cemaat’ sorumlu tutuluyor.

Ağzını açan “Cemaat yapmıştır” diyor, ötesini söylemiyor.

Bense ötesini fena halde merak ediyorum.

Soruyorum:

Cemaat ile Aziz Yıldırım’ın arasında ne tür bir çekişme olabilir?

Fener’e vurulacak bir darbeden Cemaat’in ne çıkarı olur?

Cemaat’in Fener’e kendi adamlarını getireceğine dair bir işaret olmadığına göre bu rivayetlerin nedeni nedir?


Basitçe soruyorum (13.12.2011)
"ŞİKE Yasası değişmeseydi...
Aziz Yıldırım 136 yılla yargılanacaktı.

Değişti.

Aziz Yıldırım 9 yılla yargılanacak.

* * *

“Aziz Yıldırım’ı kurtarıyorlar” ya da “şike yapmak yeniden meşru hale geliyor” diye ortalığı inletenlere soruyorum:

Ne istiyorsunuz? 136 yıl mı?

Ya da şöyle sorayım:

9 yıl yetmiyor mu?

Ya da şöyle diyeyim:

Siz ya sayı saymayı bilmiyorsunuz ya da hiç dayak yememişsiniz."


ALTI: “Cemaat” ile “Fenerbahçe” arasında ne tür bir ilişki var?
YEDİ: Ne diyorsun Trabzonspor’un durumuna?
Yeni yılda yazmayı planladığım 10 yazı
YAZI BAŞLIĞI 5: “Hangi âlem daha sert: Futbol mu, siyaset mi, magazin mi, cemaatler mi?”

BAZILARI diyor ki:
- Aziz Yıldırım’ın içeri tıkılması...
- Ahmet ile Nedim’in tahliye edilmemesi...

- Hanefi Avcı’nın hayatının karartılması...

- MİT’in yıpratılması...

- Reyting için operasyon yapılması...

- KCK meselesi...

- Cüppeli’nin içeri tıkılması...

- İlker Başbuğ’un tutuklanması...

- Hurşit Tolon’a el atılması...

- Kılıçdaroğlu hakkında fezleke hazırlanması...

- Ve “Sırada kim var” sorusunun ardının arkasının kesilmemesi...

Bütün bunların arkasında “cemaat” var.

* * *

Soruyoruz:
İyi de kardeşim, sonuçta...

- Operasyonları polis yapıyor.

- Suçlamaları savcı yöneltiyor.

- Kararları yargıç veriyor. 

“Cemaat” bunun neresinde?

* * * 

Soruya cevap vermek yerine...

Yüzümüze hınzır ve bilmiş bir gülümsemeyle bakılıyor.

Ardından da ekleniyor:

“Konuşturma beni.”

Ne demek isteniyor?

Demek istenen şudur:

“Cemaat, özel yetkili mahkemelerde etkinliğinin doruğuna ulaşmış. Hükümetin elinden bir şey gelmiyor. Ya atılan adımların bazılarının arkasında durmak zorunda kalıyor ya da küçük serzenişlerle işi geçiştiriyor. Bunları kanıtlayamam ve kamu önünde söyleyemem... Ama işin doğrusu budur.”
* * *

Ben de diyorum ki:
İyi de kardeşim, ne diye kanıtlayamayacağın ve kamu önünde açıkça söyleyemeyeceğin bir iddianın peşinden gidiyorsun? 

Kanıtlanamayan bir iddianın kaderi bellidir:

Ya “spekülasyon yapıyorsun” derler ya da “iftira atıyorsun” derler.

Kamuoyu önünde söylenemeyen, köşede bucakta fısıldanan bir iddianın da kaderi bellidir:

“Herkesin içinde söyleyemediğini gizli kapaklı fısıldamanın hiç kimseye bir faydası yoktur” derler adama...

* * *

Baştan beri söylüyorum, yine söyleyeceğim:
Nerede başlayıp nerede bittiği bilinmeyen “Cemaat” adlı bir heyulayla uğraşmak yerine...

Nerede başlayıp nerede bittiği gayet iyi bilinen “hükümet” adlı kanlı canlı somut varlıkla uğraşmak gerekir.

Çünkü...

Gerçekten de bütün bu olup bitenleri “Cemaat” yapıyorsa bile...

Ona bir “yaptıran” vardır.

Şunu hiç aklından çıkarma:

Tayyip Erdoğan istemese “Cemaat” kuş bile uçuramaz.

İLKER Başbuğ’un tutuklanmasının yol açtığı tepkilere baktığımızda şunu gayet net bir şekilde anlayabiliyoruz: “Özel Yetkili Mahkemeler”in uygulamalarından...
-  Cumhurbaşkanı rahatsız.
-  Başbakan rahatsız.
-  Başbakan Yardımcısı rahatsız...
-  Adalet Bakanı rahatsız...
-  Avrupa rahatsız.
-  Bazı hükümet yanlısı kalemler rahatsız.
Üstelik daha önce kapalı kapılar ardında dile getirilen rahatsızlıklar, artık gayet açık bir şekilde dile getiriliyor.
Hem de “lamı cimi yok” gibi keskin ifadelerle...
* * *
Bazıları işte tam da bu noktaya bakıp şunu söylüyorlar:
“İşte bakın! Olup bitenlerden hükümet de rahatsız. Demek ki olup bitenleri yönlendiren güç hükümet değil, başka bir güç”.
Biraz sıkıştırınca da...
“Başka bir güç” diye nitelendirdikleri gücün adresini veriyorlar:
“Cemaat”.
Bu sözcük fısıldandığı anda da akan sular duruyor.
* * *
Oysa olup bitenlerin sorumlusu olarak “Cemaat”i göstermek...
Topu taca atmaktır.
Çünkü...
“Özel Yetkili Mahkemeler” ile “Cemaat” arasında bir bağlantı varsa bile bu bağlantı kanıtlanamaz.
-  Kanıtlanamaz çünkü bu teknik olarak neredeyse imkânsız.
-  Kanıtlanamaz çünkü konjonktür müsait değil.
-  Kanıtlanamaz çünkü bunun delili bulunamaz.
İşte tam da bu nedenlerle...
Olup bitenlerin sorumlusu olarak “Cemaat”i adres göstermek, kanıtlanamayacak dedikodularla, bir sonucu olmayacak spekülasyonlarla vakit kaybetmekten başka bir işe yaramaz.
* * *
Yapılması gereken şudur:
Rahatsızlıklarını bildiren hükümet yetkililerinden, bu rahatsızlıklarının gereğini yapmalarını istemeliyiz.
-  Daha yüksek sesle itiraz etmelerini istemeliyiz.
-  Yasal düzenlemeler yapmalarını istemeliyiz.
-  Uygulamalardaki hukuksuzluklarla mücadele etmelerini istemeliyiz.
Bütün bunları “birilerini kurtarmak” adına değil...
Demokrasi adına, özgürlükler adına, hukuk devleti adına istemeliyiz.

Fener dik durdu (28.01.2012)
ÖNLERİNE bir fırsat gelmişti.
“Küme düşürmeyin, silin birkaç puanımızı da bu iş bitsin” diyebilirlerdi.

Buna yatabilirlerdi.

Daha büyük bir beladan kurtulmak için küçük bir belaya razı olabilirlerdi.

“Bir defaya mahsus” uygulamanın arkasına saklanarak küme düşme gibi büyük bir cezadan yırtabilirlerdi.

Hiçbirini yapmadılar.

Mücrimlere özgü bir tutum almadılar.

İdareciliğe, orta yolculuğa çanak tutmadılar.

“Küme düşme kalkmasın” dediler.

“Puanımızı kafanıza göre silemezsiniz” dediler.

Mertçe çıkıp, “Bizi adam gibi yargılayın” dediler.

“Suçluysak küme düşürün, suçsuzsak dokunmayın” dediler.

Puan sildirme onursuzluğuna razı olmadılar.

* * *
Mademki klas duruşun hastasıyız...
O halde Fener’in bu duruşuna şapka çıkarmak boynumuzun borcudur.

BİR: İdare-i maslahatçılar esaslı devrimci olamaz.
İKİ: Her tarafı idare etmeye kalkan hiçbir tarafı idare edemez.

ÜÇ: Herkese yaranmaya çalışan kimseye yaranamaz.

DÖRT: Kaosu idare edemeyeceğini ta en başta fark eden bir adamın, işi uzatıp kaosu arttırdıktan sonra istifası “izzet ü ikbal ile çekilme” olarak değerlendirilemez.

BEŞ: Giderayak yapılan “meğer beni kandırmışlar” açıklamasını, hiç kimse derin bir pişmanlık olarak algılamaz.

Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, beklenen savunmasını yaptı.
Şöyle dedi:
“Şike iddiaları beni ve arkadaşlarımı 100 yıldır süren Atatürkçü yoldan çevirmekten başka bir şey değil. Fenerbahçe Atatürk’ü ve Türk gençliğini sembolize eder.”

* * *

Aziz Yıldırım’ın eski statükonun yıkıldığını, yeni bir statükonun kurulduğunu bilmeyecek kadar saf biri olduğuna zerre kadar ihtimal vermem.

İşte bu nedenle...

Savunmasında “Atatürk vurgusu” yapmasını fazlasıyla cesur, fazlasıyla kahramanca, fazlasıyla yiğitçe buldum.

* * * 

Neden mi?

Şundan dolayı:

Eski statüko döneminde “Atatürk vurgusu”, kurtarıcı bir rol oynardı.

Suçlama ne olursa olsun suçlanan kişi “Ben Atatürkçüyüm” dedi mi, işi bitirirdi.

Oysa bugün sözü Atatürk’e getirmenin herhangi bir kurtarıcı tarafı kalmadı.

Ne kurtarıcılığı!

Sözü Atatürk’e getiren, durumu kendi açısından daha da zora sokmuş oluyor.

* * *

Geçmişte her türden ithamdan yırtmak isteyenler, “Atatürk vurgusu”na sığınırdı.

Oysa bugün her türden ithamdan yırtmak için şu türden savunma cümlelerine ihtiyaç var:

- Küçükken Kuran’ı hatmetmiştim... 

- Hocaefendi ile geçmişte çok diyalogum oldu. 

- Gençken MSP’li gençlerle takılırdım. 

- Eniştem Süleymancı idi...

- Bu hükümet çok büyük hizmetler yaptı.

- Necip Fazıl’ın Sakarya Türküsü’nü ezbere bilirim.

* * *

Aziz Yıldırım bunların hiçbirine tenezzül etmedi.
Yavşamak yerine düzene başkaldırmayı tercih etti.

Bu açıdan...

Aziz Yıldırım’ın 2012 Türkiye’sinde “Atatürkçüyüm” diye haykırması, Deniz Gezmiş’in 70’lerin başındaki konjonktürde mahkemede “Tek yol devrim” diye bağırması gibi bir şeydir.


* Peki ya hem Fenerbahçeli, hem AK Partili ve de hem de cemaat mensubu olan bir vatandaşımızın durumu? Bu vatandaşımız bugünlerde kendisini fazlasıyla şirazesinden kopuk hissediyor mudur acaba?

BAŞBAKAN’a ömür biçilmiş.
Taraf gazetesi de bunu haber yapmış.

Fakat bir bakıyoruz:

Tepkiler ömür biçenlere değil, bunu haber yapan gazeteye yöneliyor. Ömrü biçen Taraf gazetesi değil ki... Başkaları biçmiş, onlar da haber yapmışlar. Ne yani? Yapmasalar mıydı? Üstelik ömür biçenler, Amerikan istihbaratçıları... Bunu görmezden mi gelseydiler? 

Neden tepki olayın kaynağına değil de olayı haber yapan gazeteye yöneliyor?

İkinci olay:

Habertürk gazetesi, Aziz Yıldırım’ın emniyette çekilen gözaltı fotoğrafı da olan bir haber nedeniyle Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden ödül almış. Gazete hedefte... Cemiyet de hedefte... Ne yani? O fotoğrafı basmasalar mıydı? Aziz Bey’e ayıp olur falan mı deselerdi? O fotoğrafı gazeteye ulaştıranlarla değil de gazeteyle uğraşmak da neyin nesi? Eğer mesele “Aziz Yıldırım’a yapılan haksızlıklar” meselesi ise Habertürk o konuda en arkada kalır. Haksızlık yapan esas mercileri bırakıp Habertürk’ü hedef almak da ne oluyor?

Ayrıca Fenerbahçe yönetiminin, Habertürk muhabirlerinin Fenerbahçe Stadı’na girişini yasaklamaları falan da neyin nesidir?

Gazeteler ve gazeteciler bir zamanlar burunlarından kıl aldırmazlardı.

Bu ifrattı.

Ama artık önüne gelen gazetelere ve gazetecilere ağız burun girişiyor.

Bu da tefrittir.

İkisinin ortası bulunmalı.


BİR Fenerbahçe taraftarı olan Başbakan Erdoğan’ın “Aziz Yıldırım olgusu”na nasıl yaklaştığını merak ediyorduk.

Dikkat! 

Yaklaşım tarzı belli olmuştur.

Dün UEFA Kongresi’nde yaptığı konuşmada Erdoğan, tavrını belli etti.

Dedi ki:

“Suçların şahsiliği ilkesi vardır”.

Bu sihirli cümlenin mesajı belli: “Fenerbahçe farklı, Aziz Yıldırım farklı... Aziz Yıldırım’ın işlediği iddia edilen suçlardan dolayı Fenerbahçe mahkûm edilemez. 

Cezayı Aziz Yıldırım alır, Fenerbahçe almaz”.

Başbakan, bu yaklaşımıyla, “Aziz Başkan / yolun yolumuzdur” sloganları atan Fenerbahçelilere de bir mesaj veriyor:

“Aziz Yıldırım’a değil, Fenerbahçe’ye sahip çıkın”.

Bakalım Fenerbahçe’nin bu çağrıya yanıtı ne olacak.


BAŞBAKAN Erdoğan “Fenerbahçe” ile “Aziz Yıldırım”ı birbirinden ayırmaya çalışıyor.
Nafile bir çabadır bu...

“Fenerbahçe” ile “Aziz Yıldırım” birbirinden ayrılamaz.

* * *

-  “Et” ile “tırnak” birbirinden nasıl ayrılamazsa...

-  “AK Parti” ile “Tayyip Erdoğan” birbirinden nasıl ayrılamazsa...

-  “Sarı” ile “lacivert” birbirinden nasıl ayrılamazsa...

-  “Türkeş” ile “Ülkücülük” birbirinden nasıl ayrılamazsa...

-  “Korkutma” ile “Özel Yetki” birbirinden nasıl ayrılamazsa...

-  “Erbakan” ile “Milli Görüş” birbirinden nasıl ayrılamazsa...

-  “Bahar” ile “heyecan” birbirinden nasıl ayrılamazsa...

-  “Fethullah Gülen” ile “The Camia” birbirinden nasıl ayrılamazsa...

-  “TEMA” ile “Hayrettin Karaca” birbirinden nasıl ayrılamazsa...

-  “Sarı” ile “kırmızı” birbirinden nasıl ayrılamazsa...

-  “Neşet Ertaş” ile “bozlak” birbirinden nasıl ayrılamazsa...
-  “İhanet” ile “Gece” birbirinden nasıl ayrılamazsa...
Aziz Yıldırım ile Fenerbahçe de öyle ayrılamaz birbirinden...


FUTBOLA uzaktan bakan biri olarak Futbol Federasyonu Başkanı Yıldırım Demirören’in açıklamalarından benim anladığım şunlar:
-  Futbolumuz temizdir.

-  Sahaya yansımış şike yok.

-  Şikenin teşebbüsüne bile rastlanmamıştır.

-  Bahse ilişkin hiçbir unsur yok.

* * *

Bu açıklamaların ardından “deli sorular”ımız var:

-  Madem sonuçta buraya gelecektiniz neden bizi şunca zamandır yordunuz?

-  Madem sonuçta bunlar söylenecekti, Mehmet Ali Aydınlar’ın suçu neydi de hayatı kendisine zindan ettik?

-  Sahaya yansımamış şike suç olmuyorsa, yapılmamış darbe nasıl suç oluyor?

-  Sahaya yansımamış şikeden hiçbir takımın burnu bile kanamayacaksa, aylarca tutuklu bulunan Aziz Yıldırım’a yapılanlara ne denilecek?

-  Madem sahaya yansımış bir şey yok neden Fenerbahçe’sinden Galatasaray’ına 16 takım disipline sevk ediliyor?


EĞER gücü elinde bulunduranlar...
-  Fenerbahçe ile Aziz Yıldırım’ı ayrıştırmaya çalışıyorlarsa...

-  “Takımınızı kurtarırız, yeter ki Aziz Yıldırım’ı unutun” diyorlarsa...

-  İlkeyi “takımlar ayrı, yöneticileri ayrıdır” diye koyuyorlarsa...

-  Aziz Yıldırım’ın yalnız bırakılmasını talep ediyorlarsa...

-  Aziz Yıldırım ile Fenerbahçe arasına uçurumlar döşemeye kalkıyorlarsa...

Fenerbahçe camiası büyük bir sınavdadır.

Bu bir mertlik, vefa, vicdan, insanlık ve direnç sınavıdır.

Hakkını yemeyelim: 

Fenerbahçe bu sınavı şu ana kadar başarıyla geçti.

Fakat gelin görün ki, gücü elinde bulunduranların bu konudaki atakları son günlerde hem arttı, hem de sofistike bir hâl aldı.

Yani Fenerbahçe daha da zorlu bir sınavda...


PROFESYONEL Futbol Disiplin Kurulu, bir Aziz Yıldırım kararı vermiş.
Demiş ki: “Ceza tayinine yer olmadığına...” Yani? “Suç yoktur” demiş.

Bazıları ateş püskürüyor:

“Bu bir Aziz Yıldırım’ı kurtarma operasyonudur.”

* * *

Ey ateş püskürenler!

Değil mi ki Aziz Yıldırım Silivri zindanındadır... Profesyonel ya da değil, yeryüzünün hangi disiplin kurulu, hangi aklama kararını alırsa alsın zerre kadar bir değeri ve anlamı yoktur. Bu nedenle...

Lütfen boşuna nefes tüketmeyin.


ŞÖYLE yapıyorlar:
Fenerbahçe taraftarının öfkesini Ergenekon’a bağlıyorlar.

“Aziz Yıldırım niye hapiste?” diye soranlara “şikeci” diyorlar.

Kürt sorununda aykırı laflar edenleri KCK iddianamelerine sokuyorlar.

Balyoz tutuklularının sorunlarına değinenleri “darbeci” ilan ediyorlar.

Süt olayına girenleri “sütü siyasete alet etmek” ile suçluyorlar.

Tutukluların sorunlarından söz edenleri “darbecilerin ekmeğine yağ sürmek” ile itham ediyorlar.

*  *  *

“Tek Parti” döneminin egemenleri işi hiç bilmiyorlarmış.

“Doğrudan susturmak” yerine bu tür “dolaylı susturma” işine girselerdi...

Hiç değilse yapıp ettiklerine “ileri demokrasi” falan derler, savunucuları da çok olurdu.


Ergun ile Cemaat
ERGUN Babahan, Fenerbahçe’nin başına gelenler ile “Cemaat” arasında bağlantı kuran bir isim.
Böyle düşünüyor.

Buna inanıyor.

Bu düşüncesini ve inancını maç gecesi, çok kaba, çok terbiyesiz bir şekilde ifade etti Twitter’da...

Sonra da özür diledi.

Neden özür diledi?

Kabalık yaptığı için mi, yoksa “Cemaat” ile Fenerbahçe’nin arasında bağlantı kurduğu için mi?

Bu tam olarak anlaşılamadı.

Eğer kabalık yaptığı için özür dilediyse sorun yok.

Ama eğer “bağlantı” kurduğu için özür dilediyse, işte o zaman sorun var.

*  *  *

Ben “Cemaat” ile “Fenerbahçe’nin başına gelenler” arasında bağlantı kuranlardan değilim.

Bunun hayli zorlama bir yorum olduğunu ve kanıtlanamaz olduğunu düşünüyorum. Bütün suçu “Cemaat”e yükleyenlerin, “başa gelenlerin tüm sorumluluğunu başı sonu belli olmayan bir yapıya hava ederek” kendilerini rahatlattıklarına inanıyorum.

Ama benim böyle düşünüyor olmam...
Bu “bağlantı” iddiasının dile getirilmesinin engellenmesine razı olacağım anlamına gelmez. 
*  *  *
Burası özgür bir ülke...
Ya da şöyle söyleyeyim:
Eğer burası özgür bir ülke olacaksa...
Dileyen Fenerbahçe’nin başına gelenler ile “Cemaat” arasında bağ kurabilmeli...
Tabii kabalaşmadan, tabii terbiyesizleşmeden...
Eğer Ergun’un köşelerden ve ekranlardan uzaklaşması ya da uzaklaştırılması, kabalığına ya da terbiyesizliğine yönelik ise bir şey demem...
Ama eğer “Cemaat Fenerbahçe’yi ele geçirmek istiyor” tezine inandığı için bunlar başına geldiyse...
Burasının özgür bir ülke olması için aşılması gereken bir engelle daha karşı karşıya kaldığımızı söyleyebilirim.


GAZETECİLER ve Yazarlar Vakfı’ndan dostum Erkan Tufan Aytav aradı.
Dün yazdığım “Ergun ile Cemaat” başlıklı yazımın bir bölümüne itirazı olduğunu söyledi.

*   *   *

Dünkü yazıda şunu savunmuştum:

“Cemaat, Fenerbahçe’yi ele geçirmek istiyor” tezi, düşünce özgürlüğüne girer.

İsteyen bu tezi dile getirebilir.

Yeter ki hakaret etmesin, yeter ki kabalaşılmasın.

*   *   *

Erkan Tufan bu konuda farklı düşünüyor.

Diyor ki:

“Bu bir iftiradır. Bu bir suç isnadıdır... Yüz binlerce sempatizanı olan bir harekete iftira atmaktır. İftira ve suç isnadı düşünce özgürlüğüne girmez. Elinde kanıt, delil olan gider mahkemeye sunar... Ama elde hiçbir kanıt olmadan ‘Cemaat Fenerbahçe’yi ele geçirmek istiyor, polisleri ve savcıları yönlendiriyor’ denemez. Bunu özgürlük bağlamında değerlendiremeyiz.”

Kanaatim şu:

Erkan Tufan’ın bu yaklaşımı da yabana atılmamalı ve tartışılmalı.


“CEMAAT’in Fenerbahçe’yi ele geçirmek gibi bir amacı olduğuna inanmıyorum” diye yazmıştım.
Bir okurum itiraz etmiş.

Diyor ki:

“Fenerbahçe büyük bir güç... Taraftarı çok... Böyle bir gücü neden ele geçirmek istemesin ki?”

*   *   *

Cevap veriyorum:

Bazı şeyler ele geçirebilir.

  Mesela: Bürokratik kademeler.

  Mesela: Televizyon istasyonları...

  Mesela: Yazarlar çizerler...

  Mesela: Devlet daireleri...

Ancak Fenerbahçe çapında futbol takımları ele geçirilemez.

Bir kısım taraftarını kafalasan, bir kısmını kafalayamazsın.

Bir kısım yöneticisini ikna etsen, bir kısmı aykırılık yapar.
Hadi diyelim ki hepsini kafaladın, hepsini ikna ettin.
O zaman da “takım ruhunun dinamikleri”ne boyun eğmek durumunda kalırsın. “Takım ruhunun dinamikleri” ile “Cemaat ruhunun dinamikleri” ise ömür billah asla uzlaşamaz.
Yani...
Bu iş teknik olarak imkânsız...

(...)
Ali Şen’den klas çıkış
DEMİŞ ki:

  Aziz Yıldırım’ın karşısına aday çıkması uygun değildir.

  Aday olacaklarsa dört yıl önce çıksalardı, dört yıl önce Aziz Yıldırım dışarıdaydı.

  İçeride olan birinin karşısına çıkmak doğru değil.

  Seçimde Aziz Yıldırım’ın yanında olacağız.

*   *   *

Fırsatçılığın, durumdan yararlanmanın, düşenin üstünde tepinmenin, ganimetçiliğin, soysuzluğun, vurup da kaçmanın geçer akçe olduğu bir ortamda Ali Şen’in bu çıkışı...

İnsanlığa yeniden güven duymamızı sağlamıştır.

Kendisine teşekkür ediyoruz.

(...)
Sol Açık’tan Cemaat’e
GAZETECİLER ve Yazarlar Vakfı’ndan dostum Erkan Tufan Aytav’ın uyarısına dün yer vermiştim.
Şöyle diyordu:

“Cemaat’in Fenerbahçe’yi ele geçirmeye kalkıştığı iddiası, bir suç isnadıdır. Bir iftiradır. Elinde kanıtı olan gider mahkemeye... Elinde kanıt olmayan bu iddiayı dile getiriyorsa iftira atıyordur. İftira da düşünce özgürlüğüne girmez”.

*   *   *

Fenerbahçe’nin “Sol Açık” adlı taraftar grubundan bu uyarıya cevap geldi.

Şöyle diyorlar:

“Eğer iftira atmak, suç isnat etmek düşünce özgürlüğüne girmiyorsa, Cemaat’in yayın organlarında bizim için ortaya atılan ‘Bunlar Ergenekoncu’ ya da ‘Bunlar İşçi Partisi’ne bağlı’ türü iftiralar nereye giriyor? Ellerinde kanıt varsa, gitsinler mahkemeye... Neden iftira atıyorlar, suç isnat ediyorlar?”


* Diklenmeyip dik durarak…
* İçeride, dışarıdakinden bile daha etkili olmayı başararak…

* Milim geri adı atmayarak…

* Ödün vermeyerek…

* En az bir AK Partili kadar mağduriyetten beslenmeyi becererek…

* Kişisel tutukluluğunu, bütün bir Fenerbahçe camiasının tutukluluğu olarak algılatmayı başararak…

* Kendisini Fenerbahçe ile özdeş kılarak…

* Bırakıp gideceğine dair işaretler verip kurtulmaya çabalamayarak…

* Acındırmak yerine liderlik yaparak…

* Olayın üstüne üstüne gitmekten geri durmayarak.

* Gündemden hiç düşmemeyi başararak…

* Düşmanlarının kendisine karşı bilenme şiddetlerini artırmaktan çekinmeyerek…


Ey Fenerbahçeli kardeşim...
“Başkanım hapiste” diye, “takımıma haksızlık yapılıyor” diye, “3 Temmuz’dan beri ağır haksızlıklara maruz kalıyorum” diye öfkeleniyorsun.
Ve kendine bir “hedef” arıyorsun.

Soruyorum sana:

Bulunabilecek en ideal hedef “Cemaat” midir?

* * *

Bak işte!

Sen “Cemaat” dedikçe...

Cemaat mensupları da ayağa kalkıyorlar.

Diyorlar ki:

-  Fenerbahçe’yi ele geçirip ne yapacağız?

-  Ben de Fenerbahçeliyim, ben de takımıma üzülüyorum.

-  Bizim Fenerbahçe’yi ele geçirmeye çalıştığımıza dair bir kanıtınız var mı?

-  Polisin ve savcının sorumluluğunu bize neden yüklüyorsunuz?

-  Biz neden polisin ve savcılığın uygulamalarının sorumlusu olalım ki?
-  Aziz Yıldırım aleyhine yazıp çizen konuşan kişilerin hepsi cemaat mensubu mu?
-  Aziz Yıldırım’ın dava açtığı gazetecilere bakın, kaçı cemaat’e yakın?
Fenerbahçeli kardeşim...
Eğer “olup bitenlerin sorumlusu cemaattir” diyorsan...
Bu sorulara tatmin edici cevaplar vermelisin.
* * *
Bu sorulara tatmin edici cevaplar verilemiyor.
İşte verilemediğinin kanıtı:
-  Bakın efsanevi başkanınız Ali Şen, “Cemaat Fenerbahçe’yi ele geçirmek istiyor iddiasına beni asla inandıramazlar” diyor.
-  Bakın Kadıköy’de yaşananların ardından polisin tutumunu sert bir şekilde eleştirmekten kaçınmayan Nihat Özdemir, “Fenerbahçe’nin şampiyonluğu için canı yürekten dua edenleri zan altında bırakmaya kimsenin hakkı yok” diyor.
-  Bakın daha düne kadar asbaşkanınız olan Cihan Kamer, “Hocaefendi’yi ve hizmeti seven milyonlarca Fenerbahçeli var” diyor.
Uzatmayayım...
Dünkü Zaman gazetesine bir bakın, aynı renklere sevdalandığınız daha nice şahsiyetin benzer sözlerini okuyun.
Neden böyle konuşuyorlar, aynı davaya gönül veren bu insanlar.
Çünkü onlar da biliyorlar ki “Cemaat Fenerbahçe’yi ele geçiriyor” iddiası, kanıtlanabilir bir iddia değildir.
* * *
Fenerbahçeli kardeşim...
“Cemaat” iddiası, kanıtlanamaz bir iddiadır.
Bir adım daha ileri gidiyorum:
Bu iddia, doğru olsa bile kanıtlanamaz.
Teknik olarak imkânsızdır bu.
Çünkü “Cemaat” denilen yapı, başı sonu belli bir yapı değildir.
Biraz soyuttur.
Somut yapılar karşınızda öylece dururken soyut yapılarla uğraşmayı tercih ediyorsanız, işin kolayına kaçıyorsunuz demektir.
Mücadele, kurum ve kuruluşlara karşı yapılır.
Başı sonu pek de belirli olmayan ve bu açıdan “soyut kaçan” bir yapıyla mücadele edilmez, edilemez.
* * *
Fenerbahçeli kardeşim...
Bırakın artık “Cemaat” demeyi...
 “İddianame”de haksızlık yapılmışsa tepkinizi iddianameye yöneltin...
-  Somut bir mağduriyet varsa, somut bir mağdur eden vardır... 
Kimse mağdur eden, ona çıkışın...
-  Polisin tutumundan memnun değilseniz, polisin başındaki kişiyi protesto edin...
-  Savcının tutumundan memnun değilseniz, tepkinizi Adalet Bakanı’na yöneltin...
-  Başkanınızın tutukluluğundan memnun değilseniz, “Başkanımız serbest kalsın” diye bağırın.
Bunları bir yapmanız, bin kere “Cemaat” diye haykırmanızdan daha hayırlı olacaktır. Yoksa...
Kulübünüzün ileri gelenleri Zaman gazetesine “Cemaat”i devreden çıkaran demeçler verince, “Peki bize bu haksızlıkları kim yaptı, kim yapıyor?” diye şaşkınlığa ve kararsızlığa düşersiniz.


Hayrını görün (25.05.2012)
“FENERBAHÇELİLERE açık mektup” başlıklı bir yazı yazdım dün.
Dedim ki:

Bırakın ‘Cemaat’ demeyi... Olup bitenlerin arkasında ‘Cemaat’ olsa bile bunu kanıtlayamazsınız. Haksızlığa uğradığınızı düşünüyorsanız konunun gerçek muhataplarıyla uğraşın. Kendinize hayali muhataplar edinmeyin.”

Mektubuma gelen cevapların kahir ekseriyetinde...

“Hayır, kardeşim... Biz ille de ‘Cemaat’ diyeceğiz” havası vardı.

Mektubuma cevap veren Fenerbahçeliler!

Anlaşıldı.

Konunun gerçek muhataplarıyla yüzleşmek yerine, hayali muhatapla savaşmak istiyorsunuz.

Zaten başkanınız Aziz Yıldırım da aynı taktiği uyguluyor:

Bir yandan “Cemaat”i ima ederek hayali muhatapla savaşıyormuş izlenimi veriyor, bir yandan da hükümete yakın isimleri listesine doldurarak gerçek muhatapla arayı iyi tutmaya çalışıyor.

Sizin de taktiğiniz buysa...

Buyurun, hayrını görün.


SORU: Cemaat’in Fenerbahçe’yi ele geçirmek istemesinin en büyük kanıtı, 3 Temmuz’dan beri Cemaat’e ait yayın organlarında yazılıp çizilenler değil midir?
CEVAP: 3 Temmuz’dan beri Türk medyasında yazılıp çizilenler ve söylenenlerle ilgili olarak Aziz Yıldırım’ın kimlerden yasal olarak şikâyetçi olduğu açıklandı. Buna göre Zaman gazetesinden bir tane bile şikâyet yok. Eğer Zaman gazetesi, 3 Temmuz’dan beri Aziz Yıldırım hakkında yalan yanlış haber yapıyor ise Aziz Yıldırım neden Zaman’ı mahkemeye vermedi?
* * *
SORU: Cemaat’e yakın gazetecilerin 3 Temmuz’dan itibaren birdenbire Fenerbahçe hakkında yazıp çizmeleri konusunda ne diyeceksiniz? Bu da mı kanıt değil?
CEVAP: Diyelim ki: Cemaat’e yakın tüm gazeteciler sabah akşam Fenerbahçe ile ilgili yazıp çiziyorlar. Bu neyi değiştirir ki? Ortada bir haksızlık varsa, haksızlığı yapan adres bellidir. Haksızlığı yapan adres bir tarafa bırakılıp, haksızlığı teşvik ettikleri düşünülen kişilerle mi uğraşılacak?

* * *
SORU: Fenerbahçe’ye operasyon yapan polis ve savcıların “Cemaat”e yakın oldukları kesin değil mi? Siz daha ne konuşuyorsunuz?
CEVAP: Kesin değildir. İsterseniz bir deneme yapalım: Hadi çıkıp da kamu önünde “şu savcı Cemaat’e yakındır” ya da “şu polis Cemaat’çidir” deyin... Ne olur? Ne olacak? Mahkemeye verilirsiniz ve sizden iddianızı kanıtlamanız istenir. Ortaya tek bir kanıt bile sunamazsınız. Öylece kalakalırsınız... O halde soruyorum: Sonunda öylece kalakalacağınız besbelli bir iddianın peşinden ne diye gidiyorsunuz? Bu sizin ne işinize yarayacak?

* * *
SORU: Neden Cemaat’i aklamaya çalışıyorsunuz? Yoksa size bu konuda “Cemaat” görev mi verdi?
CEVAP: Bana kimse görev veremez. “Cemaat”i de aklamaya çalışmıyorum. Benim tezim şu: Olup bitenler gerçekten “Cemaat”in işi olsa bile bunu kanıtlayamazsınız. O halde neden perde önündeki sorumlular ortadayken, perdenin arkasında sorumlu aransın ki? Aziz Yıldırım’ın neden bu zamana kadar tutuklu kaldığının hesabını mı sormak istiyorsunuz? Buyurun sorun, adres bellidir. Fenerbahçe’ye iftira atıldığını mı düşünüyorsunuz? Onun da adresi bellidir... İddianame’ye mi öfkelisiniz? Onun da adresi bellidir. Mücadelenizi gerçek hedeflere karşı yürütürseniz sonuç alırsınız... Hatta şunu da söyleyebilirim: Bütün dikkatinizi ve enerjinizi gerçek hedeflere ve perde önüne yöneltirseniz, varsa eğer perde arkasındakiler de bundan nasibini alırlar.

* * *
SORU: Cemaat’in Fenerbahçe’yi ele geçirme çabası neden teknik olarak kanıtlanamaz?
CEVAP: Kanıtlanamaz çünkü “Cemaat üyeliği” diye bir şey yok... Bir “genel merkez” yok... Bir “yönetim kurulu” yok... Bir “kartvizit” yok... Bu bir “gönüllüler hareketi” ve gönüllülük esas... İşte bu nedenle “Cemaat” dediğinizde “belirsiz bir yapı”dan söz etmiş oluyorsunuz... Böyle bir yapıyla uğraşmak nafiledir, gereksizdir, sonuçsuzdur. Çünkü bu yapının başı ve sonu belirsizdir. Bu ülke parlamenter demokrasiyle yönetiliyor. Ülkede sorumluluk alan kişiler bellidir. Hükümet vardır, başı sonu belirlidir. Yani mis gibi bir adres var elde...

* * *
SORU: Siz “Cemaat” yerine “hükümet”i mi hedef gösteriyorsunuz?
CEVAP: Bir hedef göstermiyorum. Ben sadece ülkeyi kimin yönettiğini vurgulamak istiyorum. İsterse “Cemaat” denilen bir yapı, ülkeyi yönetenlerin açtıkları alanı doldurarak etkinlik kazanmış olsun... İsterse “Cemaat”, hükümetten aldığı cesaretle bazı işlere kalkışıyor olsun... Bunun sorumlusu “boşluğu dolduran” mıdır, yoksa boşluğu açan mı? Bunun sorumlusu “cesaret veren” midir, yoksa “cesaret bulan” mı? Bakın, Başbakan ne dedi? “Cemaat camide olur” dedi ve iddiaları yalanladı... Yani şunu demek istedi: “Cemaat falan yok, ben varım”. Eh madem öyle, o zaman “Aziz Yıldırım neden hâlâ içeride” sorusunun da muhatabı Başbakan değil midir? “İlle de cemaat” diye tutturmak, hakiki muhatabı ıskalamak anlamına gelmiyor mu?


CNN Türk’te Tarafsız Bölge’de önceki akşam “Hükümet neden Özel Yetkili Mahkemeler’in yetkilerini kısıtlamak istiyor?” sorusuna yanıt aradık.
Programı açarken “olası nedenler” üzerinde durdum ve şu üç nedeni saydım:
BİR: Ergenekon, Balyoz gibi davalarda ortaya çıkan şikâyetleri ve hak ihlali yakınmalarını gidermek...

İKİ: KCK tutuklamalarının kapsamının olağanüstü genişlemesini durdurmak...

ÜÇ: Özel Yetkili Mahkemeler’in hükümeti de tehdit eder hale gelmesinin önüne geçmek.

Tarafsız Bölge’ye katılan konuklar, bu üç nedene başka nedenler de ekleyerek katıldılar tartışmaya...

Zihin açıcı vurgular yaptılar.

* * *

Biz Tarafsız Bölge’de konuyu tartışırken Başbakan Erdoğan da bir başka kanalda gazetecilerin sorularına cevaplıyordu.

O programda konu bir ara “Özel Yetkili Mahkemeler” meselesine gelmiş.

Tarafsız Bölge Program Koordinatörü Mine Özbek, canlı yayında kulağımdaki cihaz aracılığıyla Başbakan’ın açıklamalarını aktardı. Başbakan’ın cümleleri şunlardı:

-  MİT olayında çizmeyi iyice aşan bir adım attılar.

-  Bana bağlı olan müsteşarımı alırsanız ben durmam, alacaksanız beni alın.

-  Haddinden fazla yetkileri var. Bu durum devlet içinde devlet anlayışını doğuruyor.

-  Cumhurbaşkanı dâhil herkesi buraya çağırırım anlayışını doğuruyor.
Başbakan’ın bu açıklamaları Tarafsız Bölge’de yaptığımız tartışmayı bitirecek netlikteydi.
Çünkü Başbakan, bu açıklamalarıyla “Diğer nedenleri bir tarafa bırakın. Mesele bu mahkemelerin hükümeti bile tehdit edecek noktaya gelmesidir. Devlet içinde devlet olmaya çalışmasıdır. Bunun önüne geçeceğiz. Asıl neden budur” demek istiyordu.
* * *
Özel Yetkili Mahkemeler” ile “hükümet” arasındaki çekişmenin bir tarihi var.
Duraklar şunlar:
-  ŞİKE DAVASI: Hükümet “Şike”de cezaların düşürülmesini sağlamaya çalışırken Özel Yetkili Mahkemeler buna karşı hamleler yaptı.
-  MİT KRİZİ: Özel Yetkili Mahkemeler, Başbakan tarafından görevlendirilen MİT yetkililerini soruşturmak istedi. 
-  BAŞBUĞ OLAYI: Hükümet Başbuğ’un “Yüce Divan”da yargılanması gerektiği görüşüne yakınken Özel Yetkili Mahkemeler Başbuğ’u tutuklamayı tercih etti.
Başbakan Erdoğan, bu üç olayı da kendi egemenlik alanına açık bir saldırı olarak gördü. 
Yapılacak düzenlemeyle, bu saldırının dayanaklarını ortadan kaldırmaya çalışıyor.
Olay budur.
* * *
Peki ya “Cemaat”? 
O bu işin neresinde...
Şurasında:
Açılıyor “Cemaat Medyası”nın yayın organları...

Ve şu görülüyor:

Ne zaman “hükümet” ile “Özel Yetkili Mahkemeler” karşı karşıya gelse...

“Cemaat Medyası”, her defasında Özel Yetkili Mahkemeler’i canhıraş bir şekilde savunuyor ve hükümeti de kıyasıya eleştiriyor.

“Cemaat”in işin içine girmesinin tek somut ve elle tutulur kanıtı bu...

Eğer bunu “yeterli kanıt” olarak görüyorsak olaya “Cemaat–hükümet kapışmasında son raunt” diyebiliriz.


-  Aziz Yıldırım adalet arar, Ünal Aysal “sarışın, yakışıklı, güçlü, Avrupalı bir forvet” arar...
-  Aziz Yıldırım seksi savunmalar yapar, Ünal Aysal takımının seksi olduğunu iddia eder.

-  Aziz Yıldırım’da mahpushane dinamizmi vardır, Ünal Aysal’da mavi yolculuk dinamizmi...

-  Aziz Yıldırım duruşma salonunda gol atar, Ünal Aysal TV konuşmalarında frikik verir.

-  Aziz Yıldırım Cüppeli ile bile kafa yapar, Ünal Aysal kendi taraftarlarına bile kafa yaptırır.

-  Aziz Yıldırım sokaktır, Ünal Aysel cadde...


AZİZ Yıldırım’ı tahliye ettiler.
Tahliye ederken de bastılar hapis cezasını...
Verdikleri hapis cezasını tutukluluğa saydılar.

Ya da...

Tutuklulukta geçen günleri hapis cezasına saydılar.

Böylece...

Gelen gideni götürmüş oldu.

* * *
Ben hayatımda bu kadar eyyamcı, bu kadar idareci, bu kadar kurnazca bir karar görmedim.
Neden mi?

Anlatayım:

* * *
Mahkemeden “hem tahliye, hem de beraat” kararı çıksaydı, ne olurdu?
Ortalık karışır, düzen bozulurdu.

Şunlar olurdu:

- Aziz Yıldırım’a “o zaman beni niye aylardır mahpus ettiniz?” deme hakkı doğardı.

- Aziz Yıldırım ve arkadaşları, hapiste geçirdikleri ayların hesabını sorma hakkını elde ederlerdi.

- AİHM falan Türkiye’ye keserdi cezayı...

- Aziz Yıldırım’a hapiste geçirdiği her gün için bir bedel ödenmesi gerekirdi.

“Yüce Türk Adaleti” mahcubiyet içinde kıvranmak zorunda kalırdı.

“Hem tahliye, hem hapis cezası” kararı, işte bu türden arızaları “şak” diye ortadan kaldıran süper kurnazca bir karardır.

* * *
Bu kararla dört kuş birden vurulmuştur:
BİR: Tahliye ile Aziz Yıldırım “yaşasın tahliye oldum” diye sevindirilmiştir.

İKİ: Hapis cezası ile Aziz Yıldırım’da “iyi de ben neden aylarca tutuklu kaldım” sorusunu soracak derman bırakılmamıştır.

ÜÇ: Fenerbahçelilere “başkanınız tahliye oldu, daha ne istiyorsunuz?” denilmiştir.

DÖRT: Fenerbahçe karşıtlarına “hapis cezasıyla Fenerbahçe’nin şikeci olduğunu tescil ettik, daha ne istiyorsunuz?” denilmiştir.

* * *
Sonuç?

Sonuç şudur:

Yüce Türk Adaleti”nin adil olup olmadığı tartışılır ama kurnaz olduğu asla tartışılmaz.


ŞUYDU istenen:
-  Gücüne güç katmış Aziz Yıldırım adlı odağı budamak, etkisizleştirmek ve mümkünse ortadan kaldırmak.
-  Diş geçirilemeyen bir Aziz Yıldırım’ın elinden Fenerbahçe gibi muazzam bir yapıyı kıvırıp almak...

-  İdeolojik olarak eğilmediğine dair işaretler veren Aziz Yıldırım’ı harcamak.

-  Her alanda olduğu gibi futbol denilen büyük alanda da hercümerç yaratmak...

-  “NATO”, “müteahhit”, “paşalar” gibi sözcükler üzerinden Aziz Yıldırım’ı harcamak...

-  Fenerbahçe’yi “iktidarına saygılı / cemaatine sevgili” ılımlı bir yapı haline getirmek... 

Fakat hesap hatası yaptılar.

Tam üç adet hesap hatası:

BİR: HSYK’da, YÖK’te, poliste, adliyede, bürokraside tereyağından kıl çeker gibi süzülenler, bu olayda “futbol dini”, “taraftarlık ülküsü”, “takım ruhu” gibi hiç bilmedikleri ve zerre kadar çakmadıkları kavramlara tosladılar.

İKİ: Aziz Yıldırım’ın ellerini ovuşturup “ben ettim siz etmeyin, beni bırakın, alın takımın anahtarlarını, bir daha Fenerbahçe’nin önünden geçersem ne olayım” falan diye ağlayıp sızlayacağını zannettiler.

ÜÇ: Taraftarıyla, idarecisiyle, futbolcusuyla tüm bir Fenerbahçe camiasının, “Aziz Başkan şike yapmış, bu bizi bağlamaz, çeksin cezasını, biz kendi yolumuza gideriz, durmak yok yola devam” diyeceğini düşündüler.

Üçünde de yanıldılar.

Üçünde de umdukları gibi olmadı.

Üçünde de hesapları tersine çevrildi.
* * *
Ne oldu peki?
Şu üç şey oldu:
BİR: Her kuşun etinin yenmeyeceğini anladılar.
İKİ: Eskisinden daha güçlü bir Aziz Yıldırım olgusuyla karşı karşıya kaldılar.
ÜÇ: Aziz Yıldırım’ın yanında eskisine göre daha fazla kenetlenmiş bir Fenerbahçe camiası buldular.
* * *
Kıssadan hisse:
Dinamiklerinden hiç çakmadığın sosyal vakalar üzerine mühendislik yapmaya kalkışmayacaksın.
Kalkışırsan işte böyle eline ayağına dolaşır.


DÜN kaleme aldığım “Aziz Yıldırım Olayı: Neydi istenen, ne oldu?” başlıklı yazıma çok sayıda övgü aldığım gibi çok sayıda tepki de aldım.
Övgüleri geçiyorum, tepkilerin hesabını veriyorum:
* * *

-  TEPKİ: Ortada kapı gibi mahkeme kararı var. Mahkeme kararının üzerine söz söylenir mi?

-  CEVAP: Mahkeme kararlarına uymak başka bir şeydir, mahkeme kararlarına karşı çıkmak başka... Uyduğumuz karara karşı çıkmak anamızın ak sütü gibi helaldir. 

* * *

-  TEPKİ: Sen değil miydin “Cemaat Fenerbahçe’yi ele geçirmiyor” diyen. Ne oldu da şimdi böyle yazıyorsun?

-  CEVAP: Benim söylediğim şuydu: “Cemaat Fenerbahçe’yi ele geçirmeye çalışıyorsa bile bu kanıtlanamaz, kanıtlanamayacak bir ithamın peşinden gitmek faydasızdır”. Hâlâ böyle düşünüyorum. Ama şunu da düşünüyorum: Fenerbahçe, Aziz Yıldırım’dan arındırılmak istendi. Oyunlar oynandı. Oyunu oynayanın kim olduğu önemli değil... Önemli olan Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe taraftarının buna karşı direnmesi...

* * *

-  TEPKİ: Senin “Aziz Yıldırım direniş sergiledi” diye yazdığın gün Aziz Yıldırım, Ertuğrul Özkök’ün yazdıklarını tekzip etti... “Ben kimsenin adını vermedim” dedi... Buna ne diyeceksin?

-  CEVAP: Benim Aziz Yıldırım üzerine söylediklerimin Özkök’ün yazdıklarıyla bir ilgisi yoktu. Ben Aziz Yıldırım’ın direnişini şöyle tanımlıyorum: Hapse düşmesine rağmen Fenerbahçe’den vazgeçmemek... “Alın takımın anahtarını, ben yokum, beni bırakın” dememek...


AZİZ Yıldırım’dan...
-  Cemaat’e karşı tek başına savaşan bir şahin çıkmaz.
-  10 yıllık AK Parti hükümetini devirecek bir hareket çıkmaz.

-  Muhalefetin yapamadığını yapacak bir birikim çıkmaz.

-  Fidel’i andırır ama bir Fidel çıkmaz.

-  Stat örgütlenmeleriyle ortalığı hercümerç edecek bir anarşist çıkmaz.

-  “Bildiri” çıkmaz, “alternatif model” çıkmaz, “ideoloji” çıkmaz.

* * *

Peki Aziz Yıldırım’dan ne çıktı?

Şunlar çıktı:

-  Koca koca paşaların bile ağlaşmaktan başka yapacak bir şey bulamadıkları bir dönemde dik duruş çıktı.

-  Herkesin anahtarları teslim edip “bana elleşmeyin yeter” dediği bir dönemde anahtarları teslim etmeyen bir kararlılık çıktı.

-  En kötü günlerinde on binleri bir araya getirebilen müthiş bir heyecan dalgası çıktı.

-  “Futbol imanı” adını verebileceğimiz güçlü inancın nelere kadir olduğuna dair muazzam dersler çıktı.

-  Başa gelen türlü belalar karşısında yılgınlığa kapılmama duygusu çıktı.
Eh bunlar da hiç azımsanacak şeyler değildir.
* * *
Sözün özü şudur:
Aziz Yıldırım abartılırsa ortaya “gülünç” şeyler çıkar.
Her şey yerli yerine konulursa...
Ortaya örnek alınacak bir “mücadele azmi” çıkar.
Kıvamı kaçırmak ve beklentiyi arttırmak suretiyle adamı maskaraya çevirmeye çalışanlara önemle duyurulur.


Hiç kimse (06.10.2012)
“Hiç kimse Fenerbahçe’den büyük değildir.”

İmza: Aziz Yıldırım

*   *   *

“Hiç kimse Fenerbahçe’den büyük değildir. Aziz Yıldırım hariç.”

İmza: Alex.


Çetin biri olduğunu kanıtlamanın rahatlığı
Aziz Yıldırım
O artık sınanmış ve sınamış bir kahraman pozisyonda... Kendisi çetin sınavlardan geçti, etrafındakileri de çetin sınavlardan geçirdi. Şimdi bu büyük deneyim çerçevesinden bakıyor hayata, yaptığı işe, camiasına... Ama değişmeyen bir şey var: Elektrik yaratma kapasitesi... O hep üst noktadaydı. Hapisten önce de, hapiste de, hapisten sonra da... Sadece elektrik yaratma biçiminde bir değişim oldu: Hapisten önce pervasız, hapiste destansı, hapisten sonraysa aşırı duygusal...

Kafamda deli sorular (23.12.2012)
 Neden Cüppeli Ahmet Hoca’yı uslandıran mahpushane Aziz Yıldırım’ı uslandırmamıştır?

- AZİZ YILDIRIM: Başbakan Erdoğan’dan bile daha fazla polemiğe, Başbakan Erdoğan’dan bile daha elektriğe, Başbakan Erdoğan’dan bile daha fazla tartışmaya yol açmazsa ben bu işi bırakırım.
Şu altı kişiyi çıkar, konuşacak konu kalmaz
- AZİZ YILDIRIM: Hapisten önce gündemdi... Hapiste gündemin şahı oldu... Hapisten çıktı gündemin şahbazı oldu... Onsuz konu biter, onsuz vakit geçmez.

- Aziz Yıldırım, yeni yılda gündem yaratma konusunda Başbakan Erdoğan’la yarışsın ki konuşacak konusuz kalmayalım.

Yılın en’leri (30.12.2012)
Yılın en süper dostluğu
Cüppeli Hoca - Aziz Yıldırım

Mahpushane dedikleri yer işte böyle bir yerdir: Normalde hayat boyu yolları kesişmeyecek kişileri buluşturur, buluşturmakla kalmaz ‘dost’ kılar. Aziz Yıldırım ile Cüppeli Ahmet Hoca dostluğu böyle başladı... İkisi de hapisten çıktı ama dostluklarının popülaritesi sürüyor.


2013 merakları (01.01.2013)
Aziz Yıldırım’ın yeni yılda çıkaracağı arıza sayısı iki haneli rakamlara ulaşacak mı?

Takıldıklarım (05.02.2013)
-  YILDIRIM: Daha düne kadar “yoluna can kurban” denilen Aziz Yıldırım’ın şimdi istifası isteniyormuş... Nankörlük her yerde var ama futbolda biraz fazla var galiba...

-  MAĞDURİYETTEN yükseldi, kibirden düşüyor.
-  Süper transferlerle yükseldi, berbat transferlerle düşüyor.

-  Galibiyetlerle yükseldi, mağlubiyetlerle düşüyor.

-  Susarak yükseldi, konuşarak düşüyor.

-  Takım iyiyken diktatörlüğüyle yükseldi, takım kötü olunca diktatörlüğüyle düşüyor.

-  Parayı bastırarak yükseldi, “Parayla pulla olmaz bu işler” diyerek düşüyor.

-  Recep Tayyip Erdoğan taktikleriyle yükseldi, Kemal Kılıçdaroğlu taktikleriyle düşüyor.

-  Alex’le yükseldi, Aykut Kocaman’la düşüyor.


Kimse böyle parlamamıştı
Aziz Yıldırım
Hapse girdi ve yıldızını parlattı. Hiçbir yıldız o kadar parlamamıştı. Fakat sonra şu üç şey oldu: Eski kibirli günlerine döndü, yoldaşlık hukukunu zedeleyici şeyler yaptı, başarılı transferlere imza atmadı. Sonuç? Homurdanmalar... 
YILDIZI: Parıltının ardından sönme...


Faydasız notlar (28.02.2013)
-  AZİZ Yıldırım’ın Şenes Erzik’le bir toplantıda yan yana gelmemek için sarf ettiği çabayı anlayışla karşıladım. Çünkü bazen ben de bazı tiplerle yan yana gelmemek için akla karayı seçiyorum.

Her şey biter, Aziz Yıldırım’ın azmi bitmez.

HERKESTE bir Aziz Yıldırım bıkkınlığı oluştu galiba...
- Mağduriyetten beslenmesinden herkes sıkıldı galiba...

“Tek adam” yönetimine artık yeter deniyor galiba...

-Hep kendisini haklı göstermesine artık kimse dayanamıyor galiba...

- Sürekli omuzlarda taşınmak istenmiyor galiba...


TRABZONSPOR Başkanı İsmail Hacıosmanoğlu, “Şike davası” bağlamında Trabzon’a haksızlık yapıldığını söylüyor ve ardından da CHP’ye yükleniyor.
Neymiş CHP’nin suçu?

Fenerbahçe ve Beşiktaş’a sahip çıkmak ama Trabzonspor’a sahip çıkmamak...

İyi de Başbakan Erdoğan da “yöneticiler ceza almalı, kurumlar almamalı” diyerek benzer bir sahiplenişe imza atmadı mı?

CHP’yle yekten yüklenen Trabzonspor’un başındaki isim, nedense hükümete toz kondurmuyor.

“Ne iş” bile demeye gerek duymuyor ve geçiyorum.

*
Trabzonspor benim takımımdır.
Periferide kalmış olmaktan kaynaklanan bir ton haksızlığa maruz kalmıştır, kalmaktadır.

Dışlanmıştır, ötekileştirilmiştir, küçümsenmiştir, sesini duyuramamıştır.

Başka takımların fanatikleri pışpışlanırken Trabzonspor’un fanatikleri yerin dibine batırılmıştır.

Söz konusu Trabzonspor olduğunda alabildiğine genellemeler yapılabilmekte, bunda da hiçbir beis görülmemektedir.

*
Fakat bakıyoruz, Trabzonspor’un başındaki isim, bu haksızlığı da gayet sakil bir şekilde ifade etmeyi tercih ediyor.
“Bize üvey evlat muamelesi yapamazsınız” diyeceğine...

“Ne yani? Biz Rum takımı mıyız, Ermeni takımı mıyız?” diyor.

Sanki “Rum takımı” olsa, “Ermeni takımı” olsa...

Haksızlığa uğramayı, üvey evlat muameleyi görmeyi hak etmiş olacak.

Dışlaya dışlaya memleketimizde az sayıda bıraktığımız kalan son Rum ve Ermeni vatandaşlarımızı fena halde rencide ediyor.

Bir haksızlığa isyan ederken başka bir haksızlığa imza atıyor.

*
Kim ne derse desin!
Bu tutum, Trabzon’a ve Trabzonspor’a hiç mi hiç yakışmıyor.


TRABZONSPOR Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nu eleştiren bir yazı yazmıştım.
Kendisiyle bir telefon görüşmesi yaptım.

Söyledikleri şunlar:

*
-Benim partiyle, siyasetle alakam yok. Milliyetçi muhafazakâr biriyim ben. Başbakan’ın yaptığı işleri beğenirim.
-Başbakan “Kurumlar ile kişiler ayrılsın” diyor. Başbakanımız akıllı adamdır. Kurumlar ile kişilerin ayrılmayacağını bilir. Başbakanımız onu siyaseten söylüyor.

-CHP ile MHP’nin tutumu ise daha farklı... Bu iki partinin liderleri UEFA’ya “Siz nasıl böyle karar verirsiniz” diyorlar. Kılıçdaroğlu “Türkiye’deki mahkemeler bağımsız karar veremez” diyor.

-Bir tarafta Türk futbolunun ırzına geçmiş bir adam var ve bunlar tutmuşlar “Sen nasıl Aziz Yıldırım’a ceza verirsin” diyorlar, Aziz Yıldırım’ı savunuyorlar. “Kurumlar ayrı, kişiler ayrı” bile demiyorlar.

-Yaptığım açıklamada “biz Ermeni, Rum, Yahudi takımı mıyız?” dedim... Kastım içimizde yaşayan Ermeni, Rum ve Yahudi vatandaşlarımızı üzmek değildi. Benim de Ermeni, Rum arkadaşlarım var.

-Benim o sözleri söylemekteki amacım siyasi partilerin Trabzonspor’a yabancı futbol takımı muamelesi yapmalarına tepki göstermekti. Keşke “Biz Fransız takımı mıyız, İspanyol takımı mıyız” diye sorsaydım, amacımı daha iyi ifade etmiş olurdum.


Not Defterimden (08.08.2013)
AZİZ Yıldırım’ın, “mahpusluk arkadaşı” Cübbeli Hoca’yı unutmamasını, ziyaretine gitmesini çok takdir ediyorum.

FENERBAHÇE Cumhuriyeti’nin bir Aziz Yıldırım sorunu var.
Ne yapılacağı bilinemiyor.

Aziz Yıldırım’a yüz çevrilse...

“Büyük başkan”a ayıp olacak.

Aziz Yıldırım’a sahip çıkmaya devam edilse...

Koca Fenerbahçe’nin Aziz Yıldırım’la birlikte ayağının kayma tehlikesi belirecek.

*

İnsan içinden geçiriyor:

Keşke Fenerbahçe’de de “başbakanlık” dışında bir “cumhurbaşkanlığı” kategorisi olsa...

Ve o seçenek devreye sokulsa...

Böylece mesele tatlı bir şekilde halledilse...


HER defasında ama her defasında...
-“Biz sandıktan çıktık, biz oy aldık, biz tercih edildik” diyenler...

-Neredeyse 

“sandıktan çıkmak” 

dışında hiçbir meşruiyet alanına kapı aralamayanlar...

-“Sandıktan çıkana saygı göstereceksin” cümlesini dillerinden düşürmeyenler...

Aziz Yıldırım’ın Fenerbahçe delegelerinin oylarıyla sandıktan çıkması karşısında öyle bir tahammülsüzlük gösteriyorlar ki...

Sormayın gitsin.

*
Kısacası durum şudur:
Kendileri sandıktan çıkınca pek hoş, pek güzel, pek şeker...

Aziz Bey sandıktan çıkınca “auuuu”.


SENİN elinde iki günde iki bin polisi hallaç pamuğu gibi dağıtacak güç var mı?
Yok.
*
Senin elinde Yargıtay’ı Fenerbahçe Yönetim Kurulu’nda görev yapan zatlardan birine bağlayacak kudret var mı?

Yok.

*

Senin elinde Yargıtay’dan çıkan onama kararını “yok hükmünde” durumuna düşürecek bir kamuoyu oluşturma gücü var mı?

Yok.

*

Senin elinde “işte bunlar hep paralellerin işi” dediğin andan itibaren sesine ses katacak 7 gazete, 12 televizyon ve en az 48 köşe yazarı var mı?

Yok.

*

Senin elinde “şike var mı yok mu, buna ancak sandık karar verir” deme imkânı var mı?

Yok.

*

Senin bir Bekir Bozdağ’ın var mı?
Yok.
*
Senin tayin çıkarma, savcının yanına savcı ekleme, telefon dinleme, istihbarat oyunları oynama, kara propaganda yapma araçların var mı?
Yok.
*
Yok... Yok... Yok...
Ama sen yine de dik dur, eğilme Aziz Yıldırım.
Çünkü...
Senin dik durup eğilmemen, elinde bin türlü imkânı olan kudretli şahısların dik durup eğilmemesine benzemez.
Senin tek bir dik duruşun, her türlü etki, yetki ve garantiye sahip olanların bin tane dik duruşundan bile daha değerli, daha sağlamdır.
*
Dik dur eğilme!
Vicdanlılar seninle!